Çocukluk yılları hayata bakış açısının şekillendiği yıllardır.
Okuyup, görüp, duyup bağ kurabildiğin her ne varsa karakterimize kopyalanır, yapışır. Tüm bu özellikleri, kimliğini ve kim olduğunu belirleyen şeyler olarak uzun yıllar taşırsın. Bazılarımız hemen seçilir kalabalıkların arasında. Kimilerimiz ise öyle bir kamufle olur ki varlığı ile yokluğunun hiç farkı yoktur.
Küçük Prens.
Çocukluk evremde okuyup, unutamadığım ve ilerleyen yaşlarımda bir kaç kere daha okuduğum bir hikaye.
Saint-Exupery isimli Fransız bir yazarın eseri olan Küçük Prens, çocuk gözüyle dünyayı algılayışımızı yetişkin gözüyle sorgulayan mükemmel bir edebi yapıt.
Ufacık bir gezegende fanus altında saklayıp koruduğu 4 dikenli çiçeği ile birlikte yaşayan ve günün birinde diğer gezegenleri merak edip gezintiye çıkan bir çocuğun hikayesini anlatır.
Yazar daha hikayenin başında çocukluk yıllarında yaptığı bir resmi tartışmaya açar.
Fil yutmuş bir boa yılanı.
Bu öyle bir resimdir ki herkes tarafından fötr şapka gibi algılanır.
Aslında çok basit ve üstünde durmaya değmeyecek bir konu gibi gelebilir. Nihayetinde küçük bir çocuk resim çizmiştir ve elma çizmek isterken armuta benzetmiş diyebilirsiniz.
Fakat bu kadar basit değil.
Çünkü yazarın değindiği konu her hangi bir nesnenin suretini tuvale aktarabilmekten ziyade tuvalde anlatılanı görebilme üzerine kurulu.
Aslında yazar, verdiği örneklerle insanların algısının, büyüdükçe nasıl kolektif algıya uyumlu olmaya zorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyor. Örnekler diyorum çünkü hikayede bahsi geçen fili göremediğimiz gibi başka bir örnekte geçen kutunun içindeki koyunu da göremiyoruz.
O halde yazar, hepi topu 100 sayfalık kitapta algı odaklı bu iki örneği geçirmekle, bu konuya bilinçli bir şekilde değiniyor diyebiliriz.
Hayal gücünün dayandığını değilde dayatılanı anlama zorunluluğuna yani.
Belki de yazar bu kadar basit örneklerle yola çıkıp çocuk gözüyle bunları aktarırken bize sormak istediği şey ”-Daha neleri görmüyoruz, göremiyoruz?” sorusu da olabilir.
Misal, Apple’in ”Farklı Düşün” temalı reklam kampanyasında kullanılan ve Steve Jobs’a atfedilen söz öbeğinde bahsi geçen insanları hatırlayalım;
“İşte çılgın olanlar. Uyumsuzlar. Asiler. Sorun çıkaranlar. Köşeli deliklerin yuvarlak vidaları. Farklı düşünenler. Kurallara düşkün olmayıp, statükoyu umursamayanlar. Onları alıntılayabilir, onlara katılmayabilir, övebilir ya da yerebilirsiniz. Fakat asla gözardı edemezsiniz. Çünkü onlar değiştirme gücüne sahiptirler. İcat ederler. Hayal ederler. İyileştirirler. Keşfederler. Yaratırlar. İlham kaynağı olurlar. İnsan ırkını ileriye doğru gitmeye zorlarlar. Belki de çılgın olmak zorundalar. Aksi takdirde boş bir tuvale bakıp nasıl bir sanat eserine çevirebilirsin ki? Ya de sessizliğin içinde oturup hiç yazılmamış bir şarkıyı nasıl yazabilirsin?… Kimileri onlara çılgın dese de, biz dahi diyoruz. Çünkü dünyayı değiştirecek insanlar, onu değiştirebileceklerini düşünecek kadar çılgın olanlardır..”
Fil yutan boa yılanı resmi ve boş bir tuvalin sanat eserine dönüşümü.
Bunu başaran insanlar, Steve Jobs’un bahsini ettiği köşeli deliklerin yuvarlak vidaları.
Devam edelim.
Hikayenin biz Türk okuyuculara ilginç gelecek bir bölümü de Küçük Prensin yaşadığı gezegeni keşfedip astronomi dünyasına sunanın bir Türk astronom olması. Bu Türk astronom bulduğu gezegenciği uluslararası bir kongrede anlatır ama başındaki fes ve üzerindeki oryantal giysilerinden dolayı ciddiye alınmaz. Zaman geçer ve güya 1920 yılında başa gelen bir diktatör! kıyafet devrimini yapar. Aynı astronom bu defa modern kıyafetlerle kongreye katılır ve herkes keşfinde ikna olur.
Küçük Prens’in yazarının değinmek istediği diğer bir konuda bu olsa gerek.
Yani,
Anlamadığımızı aşamayıp yanlış çıkarımlarda bulunmak bir tarafa, bazen anlatanları da sadece dış görünüşleri, ait oldukları sınıf ya da ön yargı yüzünden ciddiye almıyoruz. Çünkü baktığımızı görmüyor hatta sebebi bilinmez bir şekilde bize de sonradan öğretilen üstenci tavırla görmek dahi istemiyoruz.
Yazarın değindiği üçüncü konu ise sahip olduğumuz her şeyin bizi evcilleştirdiği, hatta yabani bir hayvanın terbiye edilmesi gibi uslandırdığı hususu.
Hikayesinde tilki ile karşılaşan Küçük Prens onunla evcilleştirme üzerine bir diyaloğa girer. Kendisini evcilleştirmesini isteyen tilki şöyle der;
“Beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak. Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.” ve devam eder;
“Unutma, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan.”
Küçük Prens, diyaloğun sonunda gözü gibi bakıp büyüttüğü çiçeği ile olan ilişkisinin aslında kendisini nasıl da evcilleştirdiğinin, terbiye ettiğinin farkına varır ve şöyle der;
“Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
Yazıyı sonlandırmanın vakti geldi.
Aslında boynumuzda uçan atkımız ve bize ait minik bir gezegenimizle hepimizin hikayesi bir Küçük Prens olarak başlıyor.
Kolektif yaşamın pahalı bir bedeli olan hayal gücümüzün törpülenmesi ve kalabalık yığınların içinde uyumlu yaşamak adına bizi farklı kılan tüm özelliklerimizin yitip kaybolması, normal büyümenin doğal süreci olarak görülüyor.
Aynı kalabalık ama birbiriyle uyumlu yığınlar içerisinde bizi evcilleştirenler olduğu gibi bizimde evcilleştirdiklerimiz oluyor. Ya da öyle sanarak geçiriyoruz koca bir ömrü…
Kısacası büyüdükçe, merkezine neyi koyuyor, neyin uğruna harcıyorsak zamanımızı, anlamını da o belirliyor hayatımızın.
Ne acı ki, çoğumuz bu gerçeğin farkına çok geç varıyoruz. O da varabilirsek elbet.
Çünkü tilkinin de dediği gibi gerçek olan gözle görülmüyor aslında, kalple hissederek görülüyor.
Vesselam…