Taze birer yara gibi bu hikâyeler, ben yazdıkça ve sen okudukça sızlamaya devam edecek, ta ki kabuklarını bağlayıp kendini unutturana dek.
Bu anlatacağım hikâyeye nasıl geldim bilmiyorum. Hayallerimle canlandırdığım bu insanlar bilinçaltımda saklanırken şarka tayini çıkmış memurlar gibi gönülsüzce buluyorlar yollarını. Her birinin hikâyesi Şahmeranın yüzü gibi güzel, beline uzanan saçları gibi uzun ve kuyruğu gibi yılansı…
Haziran ayının ilk günleriydi, kuşluk vaktiydi ve güneş iyice kendini göstermişti.
Kanarya şakırtısıyla çalınan zili takiben yaşlı bir nene açmıştı kapıyı. Ömrün boyunca görebileceğin en çirkin en yaşlı kadındı desek yeridir. Masallardaki cadılar gibiydi ve suratı dev bir farenin suratına benziyordu. Burnu yaz nezlesinden olsa gerek ıslak, alt dudağı sarkık ve titrek ve gözleri korkudan yuvalarından fırlamış gibiydi.
Çubuk pijamasıyla kırklı yaşlarının başında bir adam göründü yaşlı kadının ardından. Üzerindeki beyaz askılı atletin kirden siyah bir şerit taşıyan yaka kısmından aşağı doğru dökülmüş ve belli ki deterjanların söz geçiremediği bir çay lekesi hemen göze çarpıyordu. Yağdan parıl parıl parlayan saçlarının her bir teli sanki birer budaklı odun gibiydi. Hırıltıya benzer bir sesle ”Sen geç içeri anne” dedi ve ne istiyorsun der gibi meraklı gözlerle kapıyı çalan adamın yüzüne baktı
Mehmet, kapıyı çaldığında onu bu haliyle karşılamıştı Çavuş. Yüzünü kedinin yıkadığı gibi yıkadığı için olsa gerek gözlerinde birikmiş çapaklar suya karşı direnişlerini göz çukurlarının en dip köşesinde bir araya gelerek kutluyorlardı sanki. Çavuşun o anki suratını tarif etmek için kullanacağım kelimeler kaçışıyor zihnimden. Berbat, kasvetli bir ifade var yüzünde, mezarlık gibi desem yeri.
-Buyurun, dedi Çavuş. Kezzap döker gibi döküldü kelimeler ağzından
”Ne istediniz? ”
Bir şey söyleyip söylememek arasında gidip gelen Mehmet cevap verse sanki ağzından çıkacak cümlenin ayağı takılacak ve kafasını taşa vuracakmış gibi hissetmişti. Hâlbuki bu anı hayal edip ne çok hazırlanmıştı. Bu bir rehberlik ziyaretiydi ve ağzından çıkacak her şeye çok özen göstermeliydi.
”Ben” dedi, kekeleyerek” Hafize’nin okuldan hocasıyım” dikkatli ama gördüğü manzaranın etkisiyle bir o kadar da isteksizce.
Üç beş saniyelik sessizlikten sonra hiç bir şey demeden cebinden bir kart çıkardı ve adama uzattı.
” Bugün mesai saatleri içinde bu numarayı arayın ve randevu alın lütfen” dedi ve merdivenlere doğru yöneldi. Ev sahibinin şaşkın bakışları altında basamaklardan inmeye başladı.
” Bir dakika! dedi Çavuş, ” Konu neydi ?”
– Çocuğumuzla alakalı bir görüşme, telefonla ulaşamadığımız için beni gönderdiler, muhakkak gelin…
Mehmet merdivenleri hızlı hızlı inerken hiç arkasına bakmadan söylemişti son sözlerini. Gördüğü manzara karşısında yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden olsa gerek içinden geçenleri yüksek sesle söylese muhtemelen kavga çıkardı. Hâlbuki mesleğinin de verdiği heves ve şevk ile ne iyi hazırlamıştı kendini böylesi görüşmelere. Kapıyı çaldığında içeriye davet edileceğini, limon kolonyasını takiben bir kaç bardak çay ve kurabiye eşliğinde uzun uzadıya Hafize’nin durumunu konuşacaklarını kurmuştu kafasında. Şimdi ise arkasına bile bakmadan koşar adımlarla uzaklaşıyordu. Meleklerin sarıp sarmalayıp kundakladığını sandığı bu mesleğin aslında yoksulluğun ve cehaletin kucağına doğmuş bir piç olduğunu anlamıştı zahir.
Küçük Hafize gerçekten çok küçüktü, daha sekiz yaşındaydı ve işlediği suç üzerine sinmiş masumiyetinin gölgesinde saklı kalıyordu aslında. Rehber öğretmeni Mehmet Bey’in sorduğu soruların hiç birine cevap vermiyordu. Öğretmeni ”Madem öyle bu konuyu ailenle görüşmemiz gerekiyor” dediğinde içine kor bir ateş düşmüştü. Arkadaşının parasını çalmış ve bunu sınıf öğretmenine itiraf etmişti. Fakat nedenini anlatmamakta ısrar ediyor, sessizliğini koruyordu.
Aslında suçunu itiraf etmek zorunda kalmıştı demek daha doğru olurdu. Çünkü parayı alanı ortaya çıkarmak için sınıf öğretmeni, herkesin serçe parmağının tırnağını keseceğini bunları bir torbaya doldurarak özel bir dua okuyacağını ve hırsızlığı yapan itiraf etmezse duanın etkisiyle karnının şişeceğini söyleyerek tüm sınıfı korkutmuştu.
Küçük kız işlediği suçunda etkisiyle kendini tutamayarak ağlamaya başlamış ve suçunu itiraf etmek zorunda kalmıştı.
İlk ders saati gerçekleşen bu olaydan sonra Hafize rehberlik odasından çıkıp sınıfa döndüğünde meraklı bakışlar altında başını sıraya gömmüş ve bütün dersleri sessiz sessiz ağlayarak geçirmişti. Öğretmeni Necla Hanım da pişman olmuştu oynadığı tırnak oyununa, canı sıkılmış, fena halde burulmuştu ama olan olmuştu bir kere. Bir kaç kere yatıştırmaya çalıştığı çocuğu sonunda tuvalete götürmüş ve elini yüzünü yıkamıştı ama nafile, ağlaması durmuyordu küçük kızın. Rehberlik birimine durumu izah ederken nasıl itiraf ettirdiği kısmını atlamıştı ki muhtemelen içinin sıkılmasının bir sebebi de buydu.
Bütün gününü sırasından hiç kalkmayıp başı önünde yorulana dek ağlayarak geçirdi Hafize.
Son ders giriş zili çaldığında tüm öğrenciler koridorlardan kuş sürüleri gibi sınıflarına doluşmaya başlamışlardı. Çavuş yumurta topuklu ayakkabılarını sürüye sürüye koridordaki öğrenci kalabalığının arasından kendini zor atmıştı müdür beyin odasına. Niye çağırmışlardı hiç bir fikri yoktu. Zaten gelen rehberlik hocası da de hiçbir şey söylememişti. Telefonla aldığı randevuda ona saat üçte okul müdürünün odasında olması gerektiği söylenmişti, hepsi o.
Çok kızıyordu karısına Çavuş. Kendisinin değil onun burada olması gerekiyor, onun ilgilenmesi gerekiyordu kızlarıyla. Hâlbuki o sekiz yaşında bir çocukla onu baş başa bırakıp kaçıp gitmişti başka bir adama. Kızına her baktığında o kadını hatırlıyor bu da onu kızına karşı haşin ve kaba davranışlara itiyordu zaman zaman. Şimdi ise işini gücünü bırakıp buraya gelmesi demek simsarlığını yaptığı inşaat işçilerinin başında duramaması demekti ki bu da onu ziyadesiyle huzursuz ediyordu. Zaten son bir aydır neredeyse hiç iş yapamamış, masraflar boyu aşmış ve borçlar inanılmaz derecede birikmişti. Bu da yetmezmiş gibi bir önceki gün haline acıyıp işe götürdüğü bir çocuk ona ödemesi gereken parayı ödemediği gibi onu ekmeğine göz dikmekle suçlamıştı. Çavuş, müteahhitlere gündelikçi amele temin ediyor bunun karşılığında hem onlardan hem de işçilerden ücret alıyordu. Çocuk bunu bildiği halde Çavuş’a payını vermeyi reddetmiş üstüne onu fırsatçılıkla suçlamıştı. Hâlbuki onun işi buydu, simsardı.
Bunları düşünürken müdür bey hızlı bir şekilde odasına girerek ona hoş geldiniz demiş ve elini uzatmıştı. Makam koltuğuna kurulurken bir yandan göz ucuyla Çavuşu süzüyor diğer yandan nezaketen ama usulen ”bir şey içer misiniz? tarzında sorularla odanın içerisindeki gergin havayı yumuşatmaya çalışıyordu. Hoş beşten sonra oluşan kısa bir sessizlikten sonra müdür bey konuya girdi.
Konu çok basitti aslında. Çavuşun kızı Hafize sınıf arkadaşının duvar askılığında asılı montunun cebinden parasını almış yani hırsızlık yapmıştı.
Çavuş duyduklarına inanamıyordu.
Hafize hırsızlık mı yapmıştı?
Yaşadığı şokun etkisiyle bir şeyler söylemeye çalıştı ama her zaman olduğu gibi kelimeler onlara en ihtiyacı olduğu zamanda diline damağına yapışıp kalmıştı. Sinirden bütün vücudu titriyordu.
Bu esnada içeri giren küçük Hafize’nin ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleri babasının öfkeden delirmiş gözleri ile buluştu. Hissettiği korku ve utanma duygusunun ağırlığı ile küçük kızın kaşları devrildi, dudakları büzüldü ve sanki hiç ses çıkarmadan ağlamaya yemin etmiş gibi gözyaşlarını sessiz ama güçlü bir şekilde koyuverdi.
Dağınık ve bakımsız saçlarının süslediği kafası ağlamasının etkisiyle oluşan iç çekmeleri yüzünden bir aşağı bir yukarı inip kalkarken, bazı bazı babasına bakıyor ve onun ateş saçan gözlerine yakalanmamak için tekrar bakışlarını eskimiş ayakkabılarının ucuna doğru kaçırıyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuş, avurtları sanki patlayacak gibi şişmiş ve acıdan yanaklarının içi yanmaya başlamıştı.
Onun bu halini gören babasının içinden bir şeyler kopmuş, hissettiği merhamet ve öfke duygularının yanı sıra söyleyecek bir şey bulamamanın verdiği çaresizlikle ”Neden yaptın kızım?” sorusunu zorlukla sorabilmişti.
Ağlamaktan harap olmuş halde hızlı hızlı iç çekmelerini kontrol altına almaya çalışan küçük kız usulca ”vesikalık” deyiverdi ama gerisini getiremedi.
Çavuş duyduğu şeyin tesiriyle dondu kaldı. Yediği şokun etkisiyle felç olmuş bedenine tekrar can geldiğinde usulca yerinden kalktı, kızının elinden tuttu ve müdür beyin şaşkın bakışları altında kapıyı açarak hiç bir şey söylemeden koridora doğru yöneldi. Müdür bey arkasından bir şeyler söylüyordu ama dediklerini duymadı bile.
Kızının elinden tutup yürürken dün akşam olanları hatırlıyordu Çavuş.
Hafize, eve geç gelen babasına çekingen bir tavırla okuldan vesikalık fotoğraf istendiğini söylemiş o da bir aydır doğru düzgün para kazanamamanın etkisiyle onu terslemişti.
Hâlbuki bir son bir haftadır her gün sınıf öğretmeni Hafize’ye fotoğrafı getirip getirmediğini soruyor ve gün geçtikçe soruları azarlamalara doğru evriliyordu. En sonunda eğer getirmezsen okula gelme demiş ve küçük kız da korka çekine söyleneni babasına aktarmıştı.
Bunu duyan Çavuş eline geçirdiği makasla kızının annesiyle çekilmiş bir fotoğrafından vesikalık ölçülerde bir resim çıkarıp ” Al götür bunu öğretmenine” diyerek masanın üzerine fırlatmıştı. Kızcağız şaşkınlık ve dehşet dolu gözlerle babasını izlerken yerdeki içi makasla özenli bir şekilde oyulmuş resmin içinden annesi de ona bakıyordu. Bu resim annesiyle beraber çektirdiği ve onun en sevdiği resimdi. Odayı terk eden babasının ardından hemen mutfak çekmecelerini karıştırdı ve bulduğu bir bantla kesilen başını tekrar fotoğrafa monte etmeye çalıştı ama olmamıştı, tutmuyordu.
O gece nenesinin koynunda uyumuştu Hafize. Nenesinin dudağından sarkan salya bir ip gibi salınırken, koynundan yükselen ilaç ve merhem kokuları kıymık olup eline yüzüne batıyordu ama yine de sıkı sıkıya sarılmıştı bu çirkin kadına. Çünkü annesi onu bırakıp gittiğinden beridir sığınıp teselli bulabileceği tek yer nenesinin hasta koynuydu.
Sabah okula geldiğinde mavi önlüğünün cebinde hem fotoğrafın aslı hem de babasının içini oyarak çıkardığı güya vesikalık resim duruyordu. Öğretmeni vesikalık resmini istediğinde verirse, en sevdiği resimde annesinden ayrı düşeceği gibi arkadaşlarının alaylı gülüşlerine maruz kalacaktı. Fakat vermezse de ciddi azar yiyecek belki de eve gönderilecekti.
Tam bir cendereye düşmüştü. Utanma ve çaresizliğin arasında sıkışmış kalmıştı.
O esnada arkadaşının montunun cebinden ucu görünen kâğıt para gözüne ilişiverdi. Ani bir hareketle parayı çekti ve mavi önlüğünün cebine koydu. Öğretmen derse girip kendisini çağırdığında babasının dün akşam eve geç geldiğini ama vesikalık için para verdiğini dolayısıyla okuldan çıkar çıkmaz fotoğrafçıya gidip çektireceğini söyleyecekti.
Öyle olmadı.
Çalınan para, çekilecek vesikalığın önüne geçti.
Çavuş hiç bir şey demeden kızının elinden tutmuş yürümeye devam ediyordu. Parasızlık yüzünden kızına bir vesikalık fotoğraf çektirememiş ve onu hırsızlığa itmişti. İçinden karısına, parasızlığına hatta bir önceki gün simsarlık hakkını vermeyen çocuğa küfürlerini bıçak etmiş saldırıyor, lanetler ediyordu.
Bir süre sonra Fotoğrafçı Necati’nin dükkânından içeri girdiler. Selam ve hoşbeşten sonra resim çektireceklerini söyleyen Çavuş veresiye için olur aldıktan sonra usulca önünde diz çökerek kızının saçlarını toplamaya başladı. Elinin içiyle kızının yüzünü okşarken başparmakları ile kömür gözlerinin altını sildi. Kızcağız şaşkın bakışlarla babasını izliyordu.
Fotoğrafçı Necati, Hafize’nin elinden tutarak onu stüdyo odasına götürdü ve bir sandalyenin üstüne oturtarak fotoğraf makinasının arkasına geçti.
”Gül kızım” dedi ağlamaktan bütün gün bitap düşmüş Hafize’ye;
– Gül ki güzel çıkasın…
Çavuş geriden onları izlerken gözlerini yavrusunun üzerine dikmişti. İçinden hem parasızlığına hem de karısına küfürler, lanetler etmeye devam ediyordu.
Vesikalık çekildikten sonra Çavuş ani bir çıkışla – Dur bir dakika Necati! dedi ve kürek gibi elleriyle kızını kucaklayarak dizine oturtup devam etti;
– Bir de böyle çek!