Nostalji

İddialı Sanatkar – Necip Fazıl Kısakürek Anlatıyor…

CEMİYETİMİZ, Necip Fazıl Kısakürek gibi bir muharriri bulunduğuna memnun olmalıdır. Hâdiseler kapalı bir ufuk ve geri­sinde neler saklandığı bilinemez olduğuna göre, bize, bu sıkıntılı ka­ranlığın esrarını yırtıp açan bir sihirli kalemden nasıl memnun olmayalım? Günden güne fenalaşan bir hastanın kurtuluşu veya ölüm hükmünü bir an içinde açığa vura­bilen insana, sadece hürmet lâzım­dır. Dünyamız, şu küçücük dünya­mız, geçirdiği buhran ve heze­yan çağları içinde bizi her gün en­ dişeden endişeye düşürürken, bey­nelmilel bulaşıcı hastalıklar mütahassısı sıfatile gazete sayfalarına binbir faydasız siyasî reçete yazan muharrirler yanında, Necip Fazıl Kısakürek, kısaca hakikati söyle­diş. Bu otuz altı yaşında asrî bil­gine dair, birkaç ay evvel «Yedi­gün» e yazdığımız ankette, en özlü meziyetlerinden birini kaydetmeyi unuttuğumuza müteessifim. Bu ek­siği tamamlamak, hem de şiiri vefelsefesi hakkında en çok alâka uyandıracak en yeni malûmat almak üzere kendisile, bir kere daha gö­rüştüm.

Bu görüşmeyi enteresan kılacak unsur, yukarda söylediğim gibi, Necip Fazıl Kısakürek’in hemen hemen «gaipten haber vermek» derecesini bulan şayanı hayret siyasi teşhisleridir.

Bu adam, ne derse çıkıyor!

***

Bulunduğu gazetedeki odasında, önüne aldığı iki yaprak kâğıda, «pirinç üzerine Kulhüvallah yazma­yı» andıran gayet ince bir itina ile küçücük harfleri birbiri ardınca dizmiş ve yavrusunu muhafazaya çalışan bir ana kuş telâşile, bu kâ­ğıtların üzerine iğilerek kendi ken­dine mırıl mırıl okuyordu.

Mülâkatımızı önceden kararlaş­tırmış olduğumuz için, söze kolay­lıkla başladık.

 — Dedikleriniz, nasıl oluyor da aynen çıkıyor? diye sordum.

Ayağa kalktı: «Dört esaslı ve en büyük ehemmiyeti haiz hâdise üze­rinde, dediklerimin aynen çıkışını şöylece hulâsa edebilirim» diyerek sırasile şunları anlattı:

                1. 1939 eylülüne kadar tek başı­ma harp olacak diye iddia eden mu­harrir bendim. 1939 şubatından başlıyarak, dışardan gelen tamamen makûs cereyanlara rağmen, emsal­siz bir dünya kıyametine gidilece­ğini söylüyordum. 1939 ağustos so­nunda Rus – Alman paktı olunca, bunu, bazı başmuharrirler tam bir sulh müeyyidesi diye gösterirken, ben, harbin «birkaç gün» meselesi olduğunu yazdım… üç gün sonra da harp patladı.
                2. Britanya adasının, Fransanın sukutundan sonra istilâ edilemiyeceği ve bu yüzden Almanların isti­lâya teşebbüs etmiyeceği yolunda­ki iddiam… Ayni başmuharrirler istilâyı bir arife günü halinde gösterdiler. Ben, iddiam çıkmazsa, kalemimi kırar ve bileklerimi keserim dedim.
                3. Harbin mutlaka Balkanlara geleceği, Balkanlar caddesinden geçmeyince, harbin «çıkmaz sokakta»olacağını iddia edişim…
                4. Sovyet – Alman harbi başlama­dan üç, dört gün evvel, Almanların şark istikametine teveccüh edeceği ve bunun ancak İngilizlerle gizli bir uyuşma neticesinde olacağı husu­sundaki teşhisim… Bunun da, şimdilik ilk kısmı, tahakkuk etmiştir, öbür kısmını, zaman gösterecektir.»

— Çıkmıyan iddianız olmadı mı?

— Evet, o da oldu. Meselâ bir hususta tamamen mahcup olmuşumdur. Fransanın okadar çabuk yıkılacağmı tahmin etmemiş, o yolda iddia yürütmüştüm. Fakat bu iddiamın çıkmayışından memnunum. Çünkü her dediği çıkan adam olmak istemem. çünkü aklın hakkı yanılmaktır. Fransa mevzuunda yanılmak da akla yakışan bir haldir. Bu yanılmak, bu bakımdan beni teselli etmiştir.

— Pekâlâ üstat, bu iş nasıl oluyor? Bildiğimize göre insanlaragaipten haber vermelerine hakkı ve imkânı yoktur?

— Evet; bence de öyle… Yalnız bütün İnsanî hedef, ilim ve sanat gibi gibi insan ibda hamlesinin başlıca hedefi, «gaibi araştırmaktan» baş­ka bir şey değildir. Binaenaleyh in­sanda, esaslı bir kültür, tecrübe, anlayış ve hesaplayış gibi melekele­rin yanında, bir de «seziş» gibi baş­lıca hassa vardır. İşte ben, şunun bunun arada bir «kehanet» diye vasıflandırmıya kalkıştığı buluşlarımı, insan had ve imkânına riayetten ay­rılmadan bu hassaları kullanarak el­de ettiğime kailim. Fakat bu mevzu­da söyliyeceğim en dikkate lâyık söz, büyük Fransız şairi Rimbaud’nun «sanat, gaibi keşfetmektir» düstu­ru tarzında, politikayı bir sanatkâr mizacı ile ele almak ve sanatkârın İçtimaî ve siyasî hâdiseler üzerin­deki duyuş ve görüş vazifesini böylece ihtar etmektir. Yoksa, günde­lik politika tekerlemeciliği, sanatkâ­rın ülvî faaliyetine yakışmıyan bit­iş olduğu kadar, benim de işim de­ğildir.

Necip Fazılın bu sözleri, ülvî faa­liyetlere doğrudan doğruya temas etmiye sıra getirmişti:

— Sanat faaliyetini bihakkin bı­rakmış gibi gözüküyorsunuz, de­dim. O meşhur şiirlerinizden neş­retmiyorsunuz.

— Şiir yazma faaliyetimi muvak­katen terkedilmiş gösteren sebep, içe­risinde yaşadığımız siyasî aksiyon devresinin saf fikir ve sanata bir tahayyüz hassası bırakmamasıdır. Ben bu devirlerde, sanatkârın vazife­sini büyük mikyasta aksiyona karış­maktan ibaret görüyorum. Aslında saf fikirden kopan bu kıyamet, saf fikre eski mevkiini iade edinciye ka­dar, sanatkârın Agora dedikleri bü­yük halk meydanında müstesna se­zişlerle, istikamet ve hedef göste­ren faaliyette bulunmasını doğru buluyorum. Sanatkâr bu arada kendisi ile başbaşa kaldığı zamanlar, yi­ne öz ve hakikî faaliyetini tanzim edebilir.

— Siz de bunu yapabiliyorsunuz değil mi?

— Şüphesiz!.. Bu kıyamet için­ de ne nisbette saf şiire çalıştığım, devre sonunda belli olacaktır. Bir sır daha vereyim: Elimde, neşredil­memiş kırk, elliden fazla şiir var­dır. Benim gibi her şiirini beş, on kere neşretmekle maruf bir insanın bu defa da yeni ve orijinal hareke­ti, bütün eserlerini birden çıkarmak suretinde olacaktır.

— Yeni yazdığınız eserin ismini olsun söyliyemez misiniz?

— Söyliyebilirim… «Büyük çile» adında İçtimaî bir şiir… Hattâ bir mısrasını da okuyabilirim. Necip Fazıl burada, bana, hakika­ten büyük bir İçtimaî kütle imişim gibi, şu mısra ile hitap etti:

Durun kalabalıklar!.. Bu cadde çık­maz sokak!..

Mısranın kuvveti hoşuma gitti. Bir İkincisini rica ettim. Bu defa man­zum olarak cevap verdi:

Yedi renkli peygamber kuşağının altmda, 

Kervanım yola çıktı… öncüsü kır­atında

Neslihan Kısakürek

Sözümü bundan sonra evlenme mevzuuna naklediyorum. Çünkü ötedenberi muannit bir bekâr olmak­la iştihar eden Necip Fazıl, bir za­mandır evli bulunuyor. Hayatının aşağı yukarı kapalı kalmış olan bu yaprağını, mütereddit gençlere bir irşat payı çıkar ümidile, heyecanla açarken Necip Fazıla dedim ki: 

— Hani siz yalnızlığı severdiniz? Gizliliği severdiniz. Gerçi evlenmenizden de, pek yakın birkaç dostunuz müstesna — kimsenin haberi olmadı. Fakat nihayet, yalnızlığın buzlarını kırdınız. Bu nasıl oldu? O yine, kendine mahsus bir balâgatle:

— Gizli demek, hile demek değil­dir azizim, dedi. Gizlinin, bence «mistik» bir hüviyeti vardır. Benim gevezeliğim dahi, sırlarımın maske­sidir. Düpedüz bir hakikati gerçek­ten sevmem. Kalabalık içinde inzi­vadan hoşlanırım. Evet, ben evlen­menin aleyhtarı idim. Bundan vazgeçmeme iki şey âmil oldu. Bi­ri, büyük mikyasta mutekit olmak­tan ileri gelen dinî vazifemi yap­mak zarureti.. İkincisi de beni ev­lenme aleyhtarlığından bir anda sı­yıracak kadar iyi ahlâklı ve bana intibakın bütün sırrını bilen bir kadına rasgelmiş olmam… Bu izdi­vaç bahsinde hâdiseler, beni en tamturaklı nümayişler veyahut kim­seye haber vermiyecek kadar sade bir hareket gibi iki kutup arasında bıraktı. İkincisini tercih ettim. İz­divacın bütün muvaffakiyet sırrı, ruhî tetabuktan ibarettir. Faruk Na­fiz, evlendiğimi duyduğu zaman «Senin gibi bir ejderhayı zaptmek için ne gibi bir melek olabil­melidir?» elemişti. Faruk Nafiz böylece, tanımadığı karım hakkında en iyi sözü söylemiş oldu. Karım bana, zâfın en büyük kuvvet olduğunu gösterdi. Böylelikle kadın, kocasına esir değil, belki hâkim oluyor.

Genç şair bundan sonra, nesir ha­linde şiir söyler gibi, kalemimi, coş­kun bir ilham fırtınasının zikzağına takarak sürçe sürçe koşturdu.

— Hayatımda büyük bir dönüm noktası var, diyordu. 36 yaşımdayım. Kendimi güç bulduğumu sanıyorum. Yirmi ikisinden otuzuna kadar başıbaş, durulmak istidadından uzak bir heyecan adamı idim. Fakat gitgide zaman kendini gösteriyor. Nefsime mühlet vermek istemiyo­rum. En büyük değişiklik şurada ol­muştur: Daha evvel cemiyetçi de­ğildim. Şiiri, en büyük zekâ, akıl ve irade problemi olarak kabul etsem de, sanatkârın, doğrudan doğruya cemiyete müdahalesini, cemiyet şe­killeri üzerinde, ideal dünya cenneti üzerinde rey sahibi olarak kabul et­miyordum. Bu, tamamen bende değişti. Bilhassa saf fikir ve ideologya cephesile zayıf olan memleketimde bek­lenen büyük sanatkârın, bütün bu şubeleri dolduracak mikyasta heyûlâ gibi bir insan olması lâzım gel­diğini anladım. Bu iktidarı kendimde asla görememekle beraber, mem­lekette «büyük sanatkâr» in misyonu bu olduğuna inandım. Ben de muhteris bir sanatkâr olmak itibarile bu misyonu kahramanca ka­bul etmiye ve bu uğurda savaşmıya karar verdim. Bunun için her şeyden evvel, yepyeni bir dünya görüşü ve cemiyet sistemi telâk­kisi lâzımdı. Günü geldiği zaman mücadelem görülecektir. Bu telâk­kinin ismini, «Büyük doğu» koy­dum: Asyacı, Avrupaya yalnız müsbet ilimlerde taraftar, ruh kutupla­rını Asya kaynaklarında aramak ve Avrupaya tatbik etmek davasın­da Allahcı, şahsiyetçi, faşizm, ko­münizm ve liberalizm düşmanı ve mülkiyette tahditçi (fakat komü­nist değil) bir telâkki… Zamanın­da, hayatımı dahi bu uğurda vere­ rek, davamı örgüleştirmiye çalışa­cağım. Bunu bitirdikten sonra ken­dimi saf şiire vereceğim. Kendi ru­humun ve kafamın iklimini kurduk­tan sonra, yalnız onun duygularını temsil eden şiire çalışmaktan başka gayem yok!

Necip Fazıl Kısakürek’in sözleri­ni, buraya kadar nefes nefese zapte­tebildim,. Fakat siz okuduktan sonra bir rahatlık hissedeceksiniz sanıyorum.

Hikmet Münir /Yedigün Mecmuası Sayı 437 – 21 Temmuz 1941