Bir tanıdığım vardı rahmetli oldu.
Bir ayağı kısaydı. Dolayısıyla topallayarak yürürdü.
Gençliğinde biraz deli biraz coşkun biraz da serkeş bir adam olan bu tanıdığım, topallığına olan kızgınlığını içip içip attığı şu naralara saklarmış;
”Felek, felek, topal felek !”
Muhtemelen anlam veremediğimiz şeyler başımıza geldiğinde hayata dair bir şaşkınlık, korku veya kızgınlık geliştiriyoruz.
Kısa boyumuza, topal bacağımıza, kel kafamıza, öksüzlüğümüze isyan ederken neden o değil de ben ? diye imrenerek baktığımız insanlarda oluyor elbet.
Aksini iddia eden kendini inkar eder.
Böylesi durumlarda kimi zaman yukarıda bahsini ettiğim rahmetlinin yaptığı gibi felek mes’ul kabul edilir.
Ya da kimi zaman kahr-ı ilahi ya da hayr-ı ilahi deyip tevekkülle teslimiyetçilik pratiği yapılır.
Fakat cevapsız veya boşlukta kalınmaz.
Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için bir hatıra ile detaylayayım yazıyı.
Çocukluk yıllarımda her yaz tatile memlekete giderdik.
Daha doğrusu köye giderdik.
Tatile çıkıyoruz tatile gidiyoruz gibi laflar henüz terminolojimize girmemişti.
Tıpkı pikniğe değil kıra gittiğimiz gibi.
Şehirlileştikçe dilimiz de kırıldı artık tatile çıkar, pikniğe gider, mangal değil barbeküler yapar olduk.
Neyse hikayemize dönelim.
Yaz tatillerinde gerçekleştirdiğimiz bu ziyaretlerde kaldığımız dedemin evi hatırımdan hiç çıkmıyor.
Rahmetli dedemin 1950’li yıllarda kendisine çıkan bir piyango parası ile derleyip toparladığı babasından kalan bu ev, duvarları kireçle sıvanmış taştan, balkonu ise tahtadan oluşan iki kat ve bir damdan oluşan bir yapıydı. .
Evin zemin katı hem evin içinden hem de dışından giriş yapılabilen ahır kısmıydı.
Tek başıma giremezdim oraya. Hayvanların çıkardıkları sesler korkuturdu beni.
Bu evle alakalı tek korktuğum yer orası değildi elbette.
Dama çıkmayı da hiç sevmezdim. Ama mecburen günde iki üç kere ziyaret ederdim. Çünkü evin tuvaleti içeride değil damdaydı.
Biraz daha detaylı anlatayım.
Ahır’ın üst katında karşılıklı iki oda ve balkonun bulunduğu yani günlük yaşamın sürdüğü kısım bulunuyordu. Bu iki odanın ve balkonun kapıları şimdilerin tabiriyle açık mutfak diye tabir edebileceğimiz bir orta alana yani sofaya açılıyordu.
Sofanın dış kapıya doğru giden yolunda karanlık ve derince bir kiler vardı. Bu kilerin önünden çocuk aklımla oldukça uzun zannettiğim halbuki 2-3 metre derinlikten ibaret dış kapıya açılan karanlık ince uzun bir koridor geçerdi. Koridordan dış kapının önüne çıkıldığında sola döner, karşımıza çıkan merdivenle evin dam kısmına çıkmış olurduk.
Dama ulaşır ulaşmaz arı ve sinek vızıltıları eşiliğinde kulakları tırmalayarak sizi karşılayan şey de tuvaletti. Kapısı birbirine özensiz bir şekilde çivilenmiş tahtalardan oluşan bu grotesk yapı sanki alaturka tuvaletin İsa nebiden kalma ilk mimari versiyonunu yüzyıllardır bizim evin damında saklıyordu.
Velhasılı kelam işte o karanlık kilerin önünden koridora ve dış kapıya kadar uzanan uzun yolculuğum tanıştırdı beni korku mefhumuyla.
Dama çıkmam gerektiğinde kilerin derinliğinde beni gözleyen mi var acaba ya da kim bekliyor beni koridorun karanlığında sorularıyla şenlenen korkularım ürperti nöbetine dönüşür ve tüm ruhumu ele geçirirdi.
Sırf bu yüzden anamla rahmetli babaannem’in başına dert olmuştum.
Onlar misafirliğe gittiğinde ya da eve misafir geldiğinde yani kendi başımın çaresine bakmam gerektiğinde büyük ızdıraplar rapsodisi başlardı benim için.
Gündüzleri gün ışığından faydalandığım için korku nöbetlerim o kadar hummalı geçmezdi ama akşam olup hava karardığında işler değişiyordu…
Sonra bir gün dayanamadım kapadım gözlerimi, kilerin önünden koridorun derinliğine doğru koştum. Gözümü dış kapının önünde damın merdivenine iki adım ötede açtım.
Anladım ki, korkacak hiç bir şey yokmuş. Yöntemi buymuş; gözleri kapa ve koşar adım dışarı at kendini.
Çok sonraları anladım ki o kilere ve karanlığa korkuyu ben yüklemişim anlam olarak.
Aslında enine boyuna düşündüğünüzde tüm insanoğlunun tarihi de bu metot üzerine kurulu.
Dokunmaya, keşfetmeye ya da yüzleşmeye cesaret edemediğimiz her alan için korku, kızgınlık ya da şaşkınlık geliştirerek anlamlandırma yoluna gidiyoruz.
Misal, Aztekler, İspanyolları ilk kez at sırtında gördüklerinde, at ve insanı tek bir yaratık zannediyorlar. Çünkü Amerika’da atların soyu tarih öncesi dönemde tükenmiş olduğundan daha önce hiç at görmemişlerdi. Anlamlandıramadıkları bu görüntüyü korkuyla karşılayıp secde ediyor ve onlara Tanrı muamelesi yapıyorlardı.
Neden ?
Çünkü karşılarına çıkan şeyi bilemediklerinden ötürü aciz kalıyorlar, bununla birlikte fıtrat gereği cevapsız da kalamıyorlardı.
Diğer bir ifadeyle oluşan boşluğa tahammül edemiyorlar ve anlam yüklemek zorunda kalıyorlardı.
Başka bir örnek daha vereyim.
Misal, bundan iki üç bin yıl önce yaşayan Romalı denizciler, neden fırtınalar kopuyor ve ölümler oluyor sorusunun oluşturduğu boşluğu denizler tanrısı Hades’in öfkesi ile doldurdular.
Çünkü fırtınaları açıklayacak bilimsel yaklaşım henüz ortada yoktu.
Aynı şekilde Yunanlı köylüler, neden şimşekler çakıyor, yıldırım düşüyor, ağaçlar, tarlalar, ormanlar alev alıyor sorusunun oluşturduğu boşluğu da Olimpos dağının hükümdarı ve şimşek yaratıcısı Tanrı Zeus’un öfkesine atfederek doldurdular.
Kısacası;
Ben kilerden canavar çıkarırken,
Romalı fırtınadan Hades’i çıkarıyor
ve Yunanlı ise çakan şimşeklerden Zeus’u buluyordu.
Bugün hala bilim yoluyla açıklanamayan yani “boşlukta” kalan herşey için “Tanrı’nın planı” açıklaması yapılır.
Literatürde bu durum için boşlukların tanrısı ifadesi kullanılıyor.
Ne demek boşlukların tanrısı ?
İngilizce’de “God of the gaps” diye bilinen bu argümana göre, insanlar akıl yoluyla açıklayamadıkları yani “boşlukta” kalan her şey için “Tanrı’nın işi” açıklamasını getiriyorlar.
Bununla birlikte bilim geliştikçe boşluklar doldu, doluyor ve dolmaya devam edecek.
Örneğin fırtınanın neden oluştuğu, yıldırımın nasıl düştüğü, yağmurun nasıl yağıp, güneş tutulmalarının nasıl gerçekleştiği bilimsel olarak açıklanabilir hale geldikçe bunlara insanların hayal güçlerini kullanarak sundukları geçmişteki çözümler ise mitolojiye dönüştü, dönüşüyor.
Bugünde bilim insanlarının amacı, tıpkı geçmişteki benzerleri gibi meraklarının peşinden koşarak bir gün her şeyi açıklayabilecek duruma gelebilmek.
Böylece hiç boşluk kalmayacak duruma gelindiğinde evrenin sırrı da çözülmüş olacak.
Muhtemelen Ateistler için o gün, Nietzsche’ye nazire edercesine, Tanrının öldüğü değil öldürüldüğü gün olacak.
Dindarlar için kıyamet günü.
Agnostikler içinse perdenin kalktığı ve feleğin topallamadan yürüdüğü gün olacak.
Vesselam…