Arif Küme Yazıları & Denemeleri, Avustralya Yazıları, Güzel Sanatlar & Sinema & Müzik

Turkishi Dondurma ve Gerçek Hikayesi

Turkishi Dondurma

Cola Turka isimli meşrubat markasının hakkında 2017 yılında yazdığım yazının başına gelenlerin bir benzeri de bu yazı için geçerli. Maalesef  2018 yılında yazdığım Turkishi Dondurma filmine dair bu yazım çeşitli twitter hesapları, bloglar ve youtube kanalları tarafından herhangi bir referans gösterilmeden kopyalanarak sunulmaktadır…

Daha önceki yazılarımda uzun yıllar Avustralya da yaşadığımı yeri geldikçe aktarmıştım. Hatta yazılarımdan birisi Avustralya halk kahramanı Ned Kelly hakkındaydı.  O yazımda da zaman zaman Avustralya ile alakalı konulara değineceğimi belirtmiştim. Kısacası her hangi bir konu, Avustralya ile alakalı olduğu zaman oranın da vatandaşı olmam hasebiyle ilgi ve dikkatim yoğunlaşıyor. Böyle konulardan birisi de geçen hafta duyduğum ve çekimleri devam eden Turkishi Dondurma filmi.

Hakkında basında ve televizyonlarda çıkan haberlere göre Turkishi Dondurma isimli filmin konusunu İngilizlerin çağrısıyla Anzak askerlerinin ülkemiz topraklarına geleceğinin haber alan iki Türk’ün Avustralya’da verdikleri mücadelede oluşturuyormuş.

Haberlerde aktarılana göre senaryo, Avustralya’da yaşayan iki kafadar Türk’ün  1. Dünya Savaşı sırasında Avustralyalı askerlerin Türkiye’ye gelmelerine engel olmak için trene kurdukları pusu ile onları 56 saat boyunca oyalaması üzerine kurulu.

Tabi konuya yabancı olmadığım için Turkishi Dondurma filminin senaryosunun tarihsel gerçeklikle örtüşmediğini hemen söylemek gerekiyor.

Broken Hill (Kırık Tepe) Savaşı

Olayın geçtiği Broken Hill gümüş madenciliği ile ünlü bir kasabadır. Sakinlerinin ekseriyeti maden sektöründe çalışan ve onlara mal ve hizmet sunanlardan oluşur. Kasaba sakinleri biraz savaşın verdiği sıkıntıyı gidermek biraz da yaz mevsiminin verdiği enerjiyle toplu bir piknik etkinliği düzenlerler. Bu sırada I. Cihan Harbi başlayalı beş ay olmuştur. İçlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu 1200’den fazla yolcu piknik alanının bulunduğu Silvertown kasabasına doğru yol almak için trene binerler.

Yolcuların bilmediği şeyse onları yol üzerinde pusu kurarak iki Afgan‘ın beklediğidir.

Kimdir bu iki Afgan ?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce o tarihlerde Afganların Avustralya da ne işleri vardı bunun cevabını verelim. Afganlar Avustralya ya o tarihten elli yıl öncesinde göçmeye başlamışlardı. Çünkü Avustralyalılar atların lojistik aracı olarak çöl ortamına adapte olamadıklarını farketmişler ve çok daha uygun ücretlere çalışan deve sahibi Afganları işe almaya başlamışlardı.

Zaman geçtikçe özellikle deveci Afganlara işlerini kaybeden at arabası sahibi Avustralyalılar başta olmak üzere kamuoyu onların varlığından huzursuzlanmaya başlamış ve ırkçılık filizlenir olmuştu. Bir anlamda günümüz Türkiye’sinde Suriyeli göçmenlere karşı gelişen antipatinin benzeri diyebiliriz. Kısacası kendi sendikaları çevresinde örgütlenen Avustralyalı at arabası sahipleri ve çalışanlarının Afganlara karşı öfke ve nefret duyguları beyaz ırkın üstünlüğü fikrinin de etkisiyle ırkçılığa dönüşerek yaygınlaşmaya başlar.  Öyle ki Afganların yaşadığı kampların basılması, kavgaların çıkarılması, develerinin kasıtlı olarak sakat edilmesi gibi olaylar polis raporlarında geçmeye başlar. Hatta bu raporlara göre olayın olduğu tarihe kadar altı kişi böylesi olaylarda hayatını kaybeder. Kayıtlara bakıldığında 1893 tarihinde bölge halkı, özellikle Afgan göçmenlere karşı göçmenlik kanunlarının sertleştirilmesi için  resmi makamların bilgisi dahilinde protesto gösterisi dahi düzenlemişlerdir.

Durum öyle bir hale gelir ki, Afganlar kurdukları çadırlar etrafında kendi yerleşim yerleri kurarak Beyaz Avustralyalıların dışladığı bir şekilde yaşamaya başlarlar. Hatta kurdukları bu yerleşim yerlerine beyazlar tarafından Afgan’ın kısaltılmışı olan Ghan kelimesine atıfta bulunarak Ghantown adı verilir. Ghantown’lar yaygınlaştıkça mescitleri ve Afgan sakinlerinin dini ihtiyaçlarından sorumlu imamları kamuoyunun gözüne batmaya başlar.

Molla Abdullah Kimdir?

Hikayemizin kahramanlarından ilki olan Molla Abdullah Broken Hill kasabası etrafında kurulan Ghantown’lardan birinin imamıdır. 1855 yılında Afganistan da doğmuştur. Belli düzeyde dini eğitime sahip olan Molla Abdullah, çoğu deveci olarak çalışan Afganlar tarafından namazları kıldıran, cenazeleri kaldıran ve kurbanların helal kesimine nezaret eden biri olarak sayılıp sevilen biri haline gelir.

Zaten at arabacılarının öfkesini üstüne çekmiş olan Afgan toplumu bir süre sonra helal et kesimi yüzünden kasaplarla başını derde sokar. Molla Abdullah kurban kesimine nezaret eden kişi olduğu için kasapların hedef ismi haline gelir. Kasaplar birliği bir sağlık müfettişi ayarlayarak kesime nezaret eden Molla Abdullah’ı teftişe gönderir. Kanunsuz bir şekilde kesim yaptığı ve Kasaplar Birliğine üye olmadığı için kendisine fahiş bir ceza kesilir. Molla Abdullah kasıtlı verildiğini düşündüğü bu ceza için çok içerler. Ayrıca Avustralyalı çocuk ve gençler tarafından başındaki sarık yüzünden alaya alınması ve taşlanması sonucu duyguları nefrete dönüşür.

Gül Muhammet Kimdir ?

Hikayenin ikinci kahramanı ise Avustralya’ya 1900’lü yılların başında deveci olarak gelmiş Gül Muhammet adında Peştun bir Afgandır. Sıkı bir cihatçı olan Gül Muhammet, Molla Abdullah’ın komşudur. Kendi anlattıklarına göre II. Abdülhamit’in başta olduğu 1900’lü yılların başlarında İstanbul’a gider ve Osmanlı ordusuna yazılarak halifenin hizmetine girer. Bir süre sonra Avustralya’ya döner ve Broken Hill’deki madenlerde çalışmaya başlar fakat ekonomik sıkıntının baş göstermesiyle işten atılınca dondurma satmaya başlar.

Savaşın patlak vermesiyle birlikte Gül Muhammet İstanbul’daki Osmanlı Savaş Bakanlığı’na mektup yazarak askere alınma talebini bildirir. Hatta cevap dahi gelir. Savaş bakanlığı, gönderdiği cevapta ona Türk ordusunun bir neferi olmasını tavsiye ederek mukabele eder. Nerede ve nasıl olması gerektiğini söylemeden sadece halife sultan için savaşmasını salık veren bir cevaptır bu. Fakir haliyle Türkiye’ye kadar gidemeyeceği fikrine varan Gül Muhammet gitmekten vazgeçer. Fakat içinde ki cihat ateşi yanmaya devam ettiği için muhtemelen savaşı Avustralya topraklarında verme kararını o şekilde alır.

Savaş Başlar…

Molla Abdullah’ın başına gelenlerden haberi olan Gül Muhammet öfkesini de körükleyerek onu Silvertown’a giden Piknik trenine saldırı düzenleme fikrine ikna eder. Kendilerinin yaptığı bir Türk bayrağını yanlarına alarak pusu kuracakları yere varırlar. Dondurma arabasını kendilerine siper eden ikili düzenledikleri saldırı da trende seyahat eden birisi 17 yaşında bir kız olan 4 kişiyi öldürürler ve üçü kadın ve biri 14 yaşında çocuk  olmak üzere 7 kişiyi yaralarlar.

Trenden atlayan iki kişi kasabaya koşar ve olayı haber verir. Bu esnada iki kafadar mevzi değiştirirler ve kayalık alana doğru koşarlar. Olay yerine yaklaşık bir saat sonra gelen güvenlik görevlileri ve gönüllü halkla girdikleri çatışma esnasında kafasına kurşun yiyen Molla Abdullah son nefesini verir.

Gül Muhammet ise 16 yerinden kurşunlanmış bir şekilde ağır yaralı olarak yakalanır ve hastanede vefat eder.

Olayın akabinde Afganların yaşadığı Ghantown’lara saldırı olmasından endişe eden güvenlik kuvvetleri oraları korumaya alır. Fakat galeyana gelmiş olan Avustralyalılar, Alman Kulübü olarak bilinen mekanı ateşe verip yerle bir ederler.

Zamanla olaylar durulur. Saldırıyı düzenleyen Afganların üzerinden son sözlerinin yazılı olduğu notlar ortaya çıkar.

Gül Muhammet’in üzerinden çıkan notta ”Sultanın emrini yerine getirdim” ifadesi vardır. Devam eden notta şunlar yazılıdır; ” İnancımın gereği ve halife sultanın emriyle sizlere cihat ilan edip hayatımı feda etmem gerekli. Kimseye karşı özel bir düşmanlığım olmadığı gibi kimseyle irtibatım ya da bilgi alışverişim olmamıştır.

Molla Abdullah’ın notunda ise kendisine ceza kesen sağlık bakanlığı müfettişine karşı öfkesi vardır. Bıraktığı notta tıpkı arkadaşı gibi kimseye özel bir düşmanlığı olmadığını yazmasına rağmen özellikle trende olduğunu bildiği müfettişi öldürmek istediğini de belirtmiştir.

Sonuç

Tam yeri geldi hemen bir fıkra ile yazıyı şenlendirerek konuyu bağlayalım.

Adamın biri “kurban” ibadetinin kökenini anlatıyormuş: “Çocuğu olmayan Hz. Musa, Allah’a dua etmiş, ‘Ya Rabbi ! bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim…’ demiş. Dua tutmuş, Hz. Musa, kızının adını Ayşe koymuş, gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği vakit gelmiş, Hz. Musa kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken, Azrail, gökten bir deveyle çıkagelmiş, ”Kızı bırak, al bu deveyi kurban et” demiş”
Dinleyenlerden biri dayanamamış; “Yahu bunun neresini düzelteyim; Hz. Musa değil Hz. İbrahim; kız değil erkek; Ayşe değil İsmail; Azrail değil Cebrail; deve değil, koç”!

Dedim ya konuyu detaylı bir şekilde bildiğim için film ekibinin gerçek bir hikayeden uyarladık dedikleri senaryo bana yukarıda aktardığım fıkrayı hatırlattı.

Neden mi? Çünkü,

Bir defa savaşanlar Türk değil, Afgan.

Saldırılan tren asker taşımıyor, kasabanın ahalisi.

Savaşa gitmiyorlar, pikniğe gidiyorlar.

Çanakkale’ye gitmiyorlar, Silverton’a gidiyorlar.

Ölenler Anzak askeri değil içlerinde genç bir kızın da olduğu kasabalılar…

Yazıyı bitirmeden önce Türk milletinin hamasi duygularını canlandırmak ya da ateşlemek için illaki  gerçekleri çarpıtmaya gerek olmadığını belirtmekte fayda var sanırım. Çünkü bu millet kendi tarihsel gerçekleriyle de yeteri kadar etkileyici ve saygı duyalısı bir tarihe sahip.

Hülasa Turkishi Dondurma tarzı filmler tarih bilincini beslemez. Hatta ciro anlamında oradan beslenir desek daha doğru bir ifade olur.

O halde yapımcıların gözünden bakıldığında olayların sinemada gişe yapacak hale sokulması için bu tür çarpıtmalar gerekli oluyor.

Vesselam…