Arif Küme Yazıları & Denemeleri, Politika

Barış Sürecinin Taziyesi

Bugün HDP Genel Merkezinden yapılan açıklamada, partinin il örgütleri öncülüğünde ‘Savaşa Karşı Barış’ sloganı ile “Demokrasi ve Barış” mitingleri düzenleneceği belirtilmiş. Belki de aynı tandansta eğitsel bir programı vekilinden ilçe başkanına kadar uzanacak şekilde hizmet içi eğitim programı olarak düzenleseler daha çok verim alırlar. Çünkü savaşa karşı olduğunu iddia eden bir parti yada oluşum her ne sebeple olursa olsun savaşın tarafı gibi olmamalı. Maalesef HDP bu savaşın içerisinde PKK safında yer alan ve onu kayıtsız şartsız destekleyen bir taraf görüntüsünün dışına çıkamıyor

Oysa “Barış” içinde huzur anlam ihtiva eden bir kelime. “Savaş” ise ölüm ve kan kokan bir anlama sahip. HDP için ise her iki kelime ile de tanımlamalar yapabilecek durumdayız çünkü siyaseten aldığı pozisyon belirsizliklere boğulmuş durumda. Haziran seçimlerinden önce Türkiye partisi olma yolunda ciddi umutlar veren bu partinin geldiği noktada ciddi bir özeleştiri vermesi gerekiyor. Fakat henüz o özveriyi görebilme şansımız da nerdeyse yok gibi. Çünkü – üzgünüm ama gerçek bu – tepeden tırnağa parti örgütünün alışkanlıklarını kırıp ezberlerini  bozabilecek ve hatta reflekslerini tekrar şartlandıracak yetenekte ve cesarette liderleri yok.

Halbuki Türkiye’nin ihtiyacı olan tam da bu…

1990’lara götüreyim sizi ne demek istediğimi daha iyi anlayabilmeniz adına. 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Erbakan liderliğinde ki Refah Partisi, Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek gibi dönemin gençlerinin önünü açarak arkasına aldığı rüzgarla özellikle Kemalist çevrenin ve Laik devlet bürokrasisinin şimşeklerini üzerine çekmeye başladı. Dönemin merkez sağ partileri ANAP ve DYP’nin yıpranmasıyla oluşan boşlukta Toplumda ciddi bir karşılık bulan bu profil değişikliği maalesef 90’ların sonuna doğru devlet bürokrasisinin ve medyanın elele vererek yaptığı postmodern bir darbeyle sekteye uğratıldı. Böylelikle Refah Partisinin oluşturduğu yeni profil, kimi parti mensuplarının da dar vizyonu neticesinde yapılan hatalarla birlikte tam bir cinayete kurban gitti.

İşte ne olduysa bundan sonra oldu.

Değişen konjoktüre göre pozisyon alamayan Refah Partisinin lider kadroları toplumsal desteği kaybetmeye başladı ve bir sonraki seçimde tekrar marjinalleşmeye doğru yelken açtı. Çünkü her ne kadar doğru zamanda değişimi başlatarak merkez sağ seçmenin teveccühünü kazanmış olsalar da ortaya koydukları yeni vizyon ve değişime hem kendi partileri içerisinde hemde muhalif çevrelerde koyulacak direnci hesaplayamamışlardı. Aynı bugünün HDP’sinin düştüğü hata gibi ne lider kadroları nede parti kadroları iddia ettikleri değişime hazır değildi.

Machiavelli’nin Prensi Tayyip Erdoğan

Machiavelli’nin meşhur kitabı Prens’de bir hükümdarda ya da günümüze uyarlarsak bir liderde aranan çok temel iki kavramdan da bahsedilir: erdem yani yönetebilme liyakatı ve talih yani fırsat yönetimi. Kitabın 6. bölümünde Hz. Musa, Keyhüsrev, Romulus ve Thesa gibi liyakatları ön plana çıkan liderler için şöyle bir değerlendirme yapılır;

”Öncelikle görülen şudur ki talih onlara bir fırsat vermiştir, yani keyiflerince biçimlendirebilecekleri hammaddeyi. Söz konusu fırsat olmadan sahip oldukları büyük yetenekler boşa gidecekti, ama bu büyük yetenekler olmadan da fırsat boşuna çıkmış olacaktı.”

2000’li yılların başına doğru Tayyip Erdoğan ve dönemin yenilikçileri talihin onlara sunduğu fırsatı yani siyasi konjonktürü doğru okudu. Aksaçlılar ismiyle partiye hakim olan gruba başkaldırıp parti içi muhalif bir hareketi örgütleyerek merkez sağ seçmeni için alternatif olma yoluna gittiler. Yani bir anlamda Tıpkı Machiavelli’nin belirttiği gibi siyasetteki boşluğu gördüler, yeteneklerini ön plana çıkarıp insiyatif alarak bu boşluğu fırsatı çevirdiler. Söylemlerini de yumuşatarak çıkmaza giren Milli Görüş çizgisini gömlek değiştirdik retoriğini de kullanıp merkez sağın geniş yelpazesini kapsayan mecraya taşıma cesareti gösterdiler. Liyakat sahibi bu öncü kadro siyasi hayatlarına mal olabilecek bu riski tam da yukarıda Prens kitabından yaptığımız alıntıya uygun olarak gerçekleştirdi. Böylesi bir değişimi yönetebilecek ferasete sahip olmaları ve bunları eskiye nazaran söylemlerini yumuşatarak yapmaları gerekiyordu çünkü hapsoldukları siyasi çıkmazdan ancak bu şekilde çıkarak kitle partisi olabilir ve merkez sağın teveccühünü elde edebilirlerdi.

AK Partinin doğuşu ve oy yelpazesini genişletmesi Tayyip Erdoğan liderliğindeki işte bu kadroların öngörüsü ve vizyonu sayesinde oldu. Bugün AK Parti merkez sağın tartışmasız tek partisidir ve kendisine alternatif bir parti ortaya çıkmadan iktidardan düşmesi neredeyse  mümkün değildir.

Refah Partisinin Hatalarına Düşen HDP

Tıpkı Refah Partisinin 199o lı yıllarda geçirdiği süreci Haziran seçimlerinde önemli bir oy toplayarak siyaset sahnesinde ben de varım diyen Demirtaş liderliğindeki HDP’de geçirdi. Fakat ne yazık ki 20 yıl önce Refah Partisi kadrolarının yaptığı hataları onlarda tekrarladı. Barış sürecinden doğan umutlar ve AK partinin imajının yıpranmışlığının etkisiyle birlikte Türkiye için alternatif olabilme iddiasıyla HDP’nin arkasına aldığı kuvvetli rüzgar, lider kadroların ve kimi parti mensuplarının dar vizyonu neticesinde yapılan hatalarla birlikte gücünü yitirdi ve kayboldu

Aslında olan bitenin derinlemesine bir analize de ihtiyacı yok. Türkiye’nin HDP’den ana beklentisi ülkenin tüm sorunlarına dokunabilen kuvvetli bir muhalif güç olması ve en önemlisi Kürt sorunu ile girmiş olduğu şiddet sarmalından çıkartabilecek bir arabulucu rolü idi. Maalesef HDP bu konuda çok büyük hatalar yaptı.

HDP’li stratejistler ve lider kadro bir zamanlar Demirel’in cumhurbaşkanlığı için Özal’a yaptığı gibi Tayyip Erdoğan’a karşı geliştirdikleri ”Seni Başkan Yaptırmayacağız” muhalefeti ile Erdoğana karşı tavır aldılar.

Unuttukları bir şey vardı. Barış Sürecinin mimarlarından birisi iddia ettikleri gibi APO’nun geliştirdiği yaklaşımsa diğeri Tayyip Erdoğan’ın koyduğu siyasi irade idi.  Biri olmadan sadece diğerinin olması ile sürecin işlemesi mümkün değildi. Çünkü Türkiye de merkez sağ kitle değişimin anahtar kitlesidir. Bu kitle ikna edilmeden herhangi bir reformun yada değişimin gerçekleşmesi yada uzun süre yaşaması neredeyse mümkün değildir.

Yakın geçmişte bu durumun örneklerini beraberce gördük. Tayyip Erdoğan iktidara gelince önce katı laik devlet rejim kadrolarının muhafazakarlara yönelik alerjisini çizdiği liderlik profiliyle yumuşattı. Sonra aynı muhafazakar kitleyi makul sınırlar içerisine çekerek sistemle barıştırdı. Aynı şekilde Kürt sorununu önce devlet bürokrasisine kabul ettirdi sonra merkez sağ kitlesini barış sürecine hazırlayarak kamuoyu desteğini sürecin arkasına almayı başardı.

Fakat HDP ve lider kadroları öylesine bir akıl tutulması içine girdiler ki süreci ayakta tutan ve tüm siyasi riskleri alarak yaşatan liderlerden birisi olan Tayyip Erdoğanı hedef tahtası yaptılar. Tayyip Erdoğan’ı siyaseten bitirseler onun boşluğunu kimin dolduracağını ve süreci kimin yürütebileceğini dahi düşünmüyor yada önem vermiyorlardı. Kimbilir belki de öncelikleri farklıydı.

Ne yazık ki gözden kaçırdıkları bir şey vardı; Kürt sorunu da dahil olmak üzere ülkenin düşünce eksenini değiştiren, değişimi tetikleyen ve tüm siyasi riskleri alan Tayyip Erdoğan ve ekibiydi.  Değişime direnen, hedefine koyan, sadece izleyip muhalefet eden statükocu iki muhalefet partisi zaten vardı. Bu anlamda değişimin önünde takoz olacak üçüncü bir muhalefet partisine ihtiyaç yoktu. Ülkenin HDP’den beklentisi, uzun dönemli düşünerek barış sürecinin sonuca ulaştırılmasına katkı sağlamasıydı, yapamadılar…

Haziran seçimlerine girmeden HDP gibi bir partinin ”Seni Başkan Yaptırmayacağız”  gibi tamamen gündelik siyasete odaklı bir sloganın arkasına takılarak çözüm süreci için elini taşın altına sokan Tayyip Erdoğanı yıpratmayı hedeflemesi büyük bir aptallıktı. Çünkü Erdoğan’ın yıpranması sürece olan desteğin yıpranmasıydı. Erdoğan sağ oyların desteği ile Barış sürecini yürütüyordu. AK parti içindeki milliyetçi sağ oylarının bir bölümü güçsüz ve yıpranmış bir Erdoğan liderliğine alternatif olarak tek adres MHP’ye kaçacaktı öyle de oldu.

Seçimin sonunda CHP oylarının bir kısmı baraj geçirtmek adına HDP’ye kaydı. Batıda Türkler Güneydoğuda Kürtler ve Araplar HDP’ye tarihin en fazla oyunu Haziran seçiminde verdiler. Seçim sonucunda ülke kendisini koalisyon seçeneklerini konuşur halde buldu.

Makyavelli’nin Prensi Erdoğan Tekrar Sahneye Çıkıyor 

Aslında HDP, Erdoğanı zayıflatarak kendi ayağına sıktı. Çünkü Erdoğan seçimden sonra gerçekleşen Suruç saldırısı ve Ankara patlaması ile güvenlikçi politikaları tekrar uygulamaya soktu ve kendi deyişiyle Çözüm Sürecini buzdolabına kaldırdı. Böylelikle milliyetçi ve sağ seçmenle tekrar güven tazeledi. Güneydoğuda ise patlamaların çatışmaların tekrar başlaması en çok bölge halkını rahatsız etti. HDP parti kadrolarının unuttukları çok önemli bir şey daha vardı: konfor kimsenin kolay kolay taviz vereceği bir olgu değildi.

Neticesinde Kasım seçimlerine girilirken hakim olan Kaos duygusu oyları tekrar hemde bu sefer daha fazlasıyla AK Partide topladı. Seçimlerden sonra bütün bunlardan ders alması gereken HDP yine akıl tutulması içerisinde çatışmaların tarafı olan PKK’ya karşı net bir tavır alamadı. Bir yandan PKK’nin dayattığı Hendek siyasetini kutsarken diğer yandan şiddeti kınadığını ve barış istediğini iddia etti. Her seferinde AK Partiyi ve devletin kolluk güçlerini suçlayan bir dil kullandı. Vicdanlara seslenen şiddet karşıtı tarafsız bir pozisyon alması gerekirken bir arabulucu’dan çok sorun üreten yada sorunları büyüten bir yapı görüntüsüne büründü.

Gelinen noktada HDP milletvekili canlı bombanın ailesine taziyeye gittiğini zannederken aslında asıl taziyeyi kendi partisi için yaptığının farkında değil. Fakat hepimiz çok iyi biliriz ki Tarih tekerrürden ibarettir. Umarım tıpkı Refah Partisi’nin dönüştüğü gibi HDP’de parti içerisinde aklı selim siyasetçiler önderliğinde dönüşerek PKK’ya karşı dik bir duruş sergiler, şiddetin bir tarafı olmaktan çıkar ve bir Türkiye partisi haline gelir. Aksi takdirde hepimiz Barış Sürecinin Taziyesi ile ilgilenmek zorunda kalabiliriz.