Arif Küme Yazıları & Denemeleri, Hikayeler

İncir Ağacı

Islık çaldı uzaktan,
Bir kovalamacanın habercisi,
İncir ağaçları, salınıyor yaprakları
Kim kimi ısıracak?
Rüzgar mı yaprakları? Yapraklar mı rüzgarı?

 

 

Belleğimde sebepsiz yere filizlenip tomurcuklanan çok öykü var.

Bunlardan kaçı çiçeğe duracak, kaçı açamadan boyun bükecek inan ben de bilmiyorum.

Aslında cine periye inanmam ben.

Kadere de inanmam.

Kimileri başına gelen iyi, kötü her şey için kaderi mesul tutar.

Ben ise başıma gelen her şeyin yaptığım iyilik ve kötülüklerin sonucu olduğuna inanırım.

Sana hikâyesini anlatacağım Nesim Dayı da inanmazdı kadere, üstelik o garip haliyle sanki Tanrıyla da dalga geçerdi.

Altmışlı yaşların ortasında uzun boylu ama omuz başlarından öne doğru eğik, sıska kambur bir adamdı. Öyle ki, gömleğinin içinde kurumuş ve boynunu bükmüş bir fasulye sırığı gibi yükselirdi.

Alışılmışın dışında, değişik görünüşlü bir adamdı Nesim Dayı.

Misal, kurşuni renkte gözlerini sanki patlamaya hazır iki tabanca gibi gezdirirdi etrafta. Kirli, yağlı, gri ve dağınık saçları, kurumuş saksı çiçeklerini andırırken saf salak bir ifadeye bürünmüş çilli uzun suratı ve kısa basık burnuyla hem tuhaf ve korkutucu, hem de hüzünlü bir izlenim uyandırırdı. Eğri büğrü ve çürük halleriyle asırlık kabir taşlarına benzeyen dişlerinin süslediği ağzı ise mezbeleliğe dönmüş bir mezarlık gibiydi.

Hülasa, Nesim Dayı’nın garip bir görünüşü vardı.

Üstelik zannederim doğru düzgün bir mesleği de yoktu. Aslına bakarsan sokak kedisi gibi sahipsiz bir adamdı desek yeridir.

İncir ağaçları, yaban otları ve fesleğenlerle dolu bahçeli müstakil bir evde yaşıyordu. Eski köhne dededen, atadan kalma ahşap bir ev olsa gerekti bu.

Epey zamandır görür uzaktan merakla izlerdim onu. Fakat yanına gitmeye çekinirdim. Mevsimi geldiğinde bu evin önünde kurduğu sandık tezgâhlarının üzerine itina ile dizdiği incirleri satardı. Gariblere özgü bir edayla bu tezgâhın başında otururdu ama gidemezdim yanına çünkü onda beni korkutan bir hal vardı. Öyle ki bazen gözlerini üzerime dikip beni izlemeye başlayınca korkum merakımı yenerdi ve bakışlarının menzilinden koşar adım uzaklaşırdım.

Benim Nesim Dayı ile tanışmışlığım Hirre’nin bizim okula gelmesinden sonra olmuştu.

Sanırım kardeşinin kızı Hirre dışında arayan soranı yoktu.

Lafı ona getirmişken söyleyeyim Hirre başka bir şeydi.

Sana desem ki Hirre’yi dağlar, taşlar, uçan kuşlar dile gelse yine de anlatamaz, buna inan.

Çünkü bazı anlamlar o denli aşkındır ki kelimelere falan sığmaz. Bazı duygular da o kadar taşkındır ki anlamlara sığmaz.

Bir defa her şeyden önce çok güzeldi.

Misal en güzel yeri sapsarı saçlarıydı,

Onları toplamayıp omuzlarından aşağı saldığında bilerek dibine yamacına sokulurdum ki burnumdan genzime kokusu yaksın geçsin. Anası hangi sabunlarla yıkıyordu kızının saçlarını bilmem ama muhtemelen fesleğenler, reyhanlar o geçerken hasetlerinden boyunlarını büküp yapraklarını döküyordu.

Bugün sorsalar hala derim ki dünyada ki bütün sevinçlerin bütün mutlulukların, bütün iyi ve güzel düşüncelerin kaynağı Hirre’dir, onun bakışlarıdır, onun  güzel yüzü, şehla gözü hatta güzel gülüşüdür…

Neyse, çok fazla dağılmadan hikâyeye dönelim.

Dedim ya, Nesim Dayı ile tanışmışlığım Hirre sayesinde olmuştu. Çünkü sonraları Hirre’den öğrendiğime göre Nesim dayı onun amcasıydı.

Hiç unutmuyorum, onları gördüğüm ilk gün, soğuk bir Eylül sabahıydı. Okullar açılalı çok fazla bir zaman geçmemişti. O zamanlar Eylüller şimdiki gibi ılık geçmez, yağmurlar rüzgârlarla el ele tutuşur sağı solu birbirine katardı.

İşte öyle bir Eylül sabahı, başında yeşil takkesi ve üzerinde kareli oduncu gömleği ile Nesim Dayı okul bahçesinden içeri girmişti. Daha ilk bakışta kalabalığın içinde kamufle olmaya çalışan fakat tüm gizlenme çabasına rağmen her şeyi ile dikkat çeken bir hali vardı. Belki de bana öyle geliyordu ama bir gerçek var ki gözlerimi onun üzerinden alamıyordum.

Arkasından usul usul onu takip eden Hirre’yi fark ettiğimde üzerindeki eflatun parkasıyla sanki rüzgârda dans eden bir leylak gibiydi. Onu görür görmez içimde tüm gücüyle beni sersemleten bir heyecan kasırgası dolanmaya başlamıştı. Tüm dikkatim onda toplanmış gözlerimi üzerinden alamamıştım.

Ben onları izlerken onlar okulun bahçe kapısından girip giriş kapısının önüne doğru yaklaşmışlardı. O anda Nesim Dayı ani bir dönüş yaparak vedalaşmadan hatta hiç bir şey demeden geldiği yöne doğru hızlı adımlarla geri dönmeye başlamış, o güzel kız da kapıdan içeri girivermişti. Hiç vakit kaybetmeden hemen peşinden ben de içeri dalıverdim. Uzun koridorlardaki öğrenci kalabalığı içerisinden eflatun parkayı gözden kaçırmamaya çalışırken, merdivenlerden çıkıp sola döndüğünde onu göremez oldum.

Keşke diyordum içimden ”Keşke bizim sınıfa girmiş olsa…”

Ne mutlu bana ki o kısacık zaman dilimi içerisinde tekrarladığım keşkeler adresini bulmuş Hirre bizim sınıfa girmişti, üstelik ben onu tam yanımdaki sırada oturur bulmuştum. Kalbim heyecandan inanılmaz bir hızla atıyordu. Bir yandan usulca sırama otururken diğer yandan henüz oturduğu sırasına kalemlerini ve defterini düzenli ve intizamlı bir şekilde yerleştirmesine dikkat kesilmiştim ki sıra arkadaşım İlknur’un attığı dirsekle kendime geldim.

Yeri gelmişken size biraz da İlknur’dan bahsetmeliyim.

Aynı zamanda komşumuzun kızı olan sınıf arkadaşım İlknur, şişman ve hayli çirkin bir kızdı. Uzun burnu sanki bir ölünün burnuymuş gibi hastalıklı bir kül rengine bürünmüştü. Tombul ve yuvarlak suratına oturmuş gözlerinin altı kara, bakır suratlı bir kızdı.

Genel olarak, dış görünümü ve kiloları yüzünden kendince sevilmenin imkânsızlığını yaşayan bir hali vardı. Akranı kızların gördüğü sevgiyi, ilgiyi kıskanmaz, isyan etmez, bir köşede kötü planlar yapmazdı ama bilirdim ki içten içe üzülürdü.

Bununla birlikte sanki tüm hıncını da benden çıkarırdı.

Benden sürekli ilgi ister istediğini alamayınca da hakir görür, alay eder hatta dirsek atardı.

Çoğu zaman benimle konuşurken yetişkinlerin çocuklarını dinledikleri gibi söylediğim her şeyi sadece tepeden bakarak ve asabice cevaplar vererek dinlerdi. Sanki kendine ve dış görünümüne küslüğünden kaynaklanan kederini öfkeyle bastırıyor, onu da bana yansıtıyordu. Damdan düşer gibi sarf ettiği ipe sapa gelmez laflarıyla korkulu rüyamdı. Öyle ki bana nişan aldığı her laf, laf değil adeta birer top güllesiydi ve vurduğu yeri darmadağın etmek üzere ateşleniyordu.

Bununla birlikte her ne kadar benimle kavgalı gürültülü bir hali olsa da İlknur annemin göz bebeğiydi. Çünkü almam gereken ilaçları annem ona tembih ediyor ve ona takip ettiriyordu.

Bu arada söylemeyi unuttum, söylediklerine göre tansiyon hastasıydım ve düzenli olarak ilaçlarımı almam gerekiyordu. Zavallı anneciğimin en korktuğu şey tansiyon nöbetine tutulmamdan ziyade olası bir nöbete yalnızken yakalanmamdı sanırım. Bu kaygılarla yaşayan anneme İlknur’un huysuz hallerini her şikâyet ettiğimde bana onunla iyi geçinmem gerektiğini sıkı sıkıya tembih ediyordu ki mecburen bir süre sonra bu kızın zalim hallerine alışmak zorunda kalmıştım.

İşte talihin garip bir cilvesi olsa gerek, sınıfın en güzel kızı Hirre yan sıramda otururken, sınıfın en çirkin kızı İlknur yanımda oturuyordu.

Dedim ya, sırama geçer geçmez Hirre’nin yaptığı her şeye pür dikkat kesilmiştim. Fakat bir yandan da onu izlediğimi belli etmemeye ve kamufle olmaya çalışıyordum. Sanırım yeteri kadar başarılı olamadım ki Hirre farkıma varsa gerek, bana döndü dikkatle yüzüme baktı ve ”Ben bu sınıfa yeni geldim, Adım Hirre” dedi.

Hiç bir şey demeden yüzüne baktım, karşı karşıya kaldığım güzellik karşısında takatim bedenimi terk etmişti.

Benden bir cevap alamayınca tam önüne dönüyordu ki bir anda;

– ” Sınıfa değil okula yeni geldin” dedim gülümseyerek.

Gözleriyle gülümsedi ve o andan itibaren arkadaş olduk.

İtiraf etmeliyim ki o esnada İlknur’un kötü ve kıskanç bakışları ile göz göze gelmemek için hiç o yana bakmadım.

Takip eden günlerde iyice kaynaştığımız Hirre ile okulda mümkün olduğunca tüm vaktimizi beraber geçirir olduk. Her ne kadar babasının rahatsızlığı yüzünden çok fazla devamsızlık yapsa da okula geldiğinde özellikle ders aralarında ve öğle tatilinde herkesten uzak tüm zamanımızı beraber geçirir olduk. Birlikte geçirdiğimiz zamanın en tatsız yanı İlknur’un sürekli uzaktan bizi izlemesiydi ve bakışlarıyla adeta bizi asla yalnız bırakmamasıydı. Bu yüzden sınıfta çok fazla konuşmuyor genelde uzaktan gözlerimizle anlaşmayı tercih ediyorduk. Hatta Hirre’nin okula gelmediği günlerde annemin baskısının da tesiriyle İlknur’un öfkesini yatıştırmak için elimden geleni yapıyor, o sormadan ilacımı alıyor, hatta ona annemin yanında çok daha iyi davranıyordum ki Hirre’yi kıskanıp beni şikâyet etmesin.

Değişmeyen bir şey daha vardı ki o da okul çıkışı hiç aksatmadan Nesim Dayının yeğenini almaya gelmesiydi. İstisnasız her seferinde onu okulun önüne kadar bıraktığı gibi akşamları da yine hiç bir şey söylemeden yeğeninin önüne düşüyor ve hızlı adımlarla kalabalığın içinde beraberce kayboluyorlardı. Fakat biliyordum ki okuldan yeğeniyle beraber çıktığımız için zannederim artık Nesim Dayı’nın gözüne aşina olmuş hatta sanki bir ölçüde merakını da celbetmiş gibiydim, ya da bakışlarından ben öyle anlıyordum. Bakışları da beni eskisi kadar korkutmuyordu.

Fakat yine de Hirre’yi sadece okulda görebiliyordum. Ne acı ki ona olan hislerimi ve sevgimi hiç bir zaman açık açık dillendiremedim. Her ne kadar arkadaş olup okulda beraber vakit geçirsek de, içten içe severdim onu. Misal okul dışında sokaklarda gezerken şu köşeyi dönünce karşıma çıkar mı diye umutlanıp hüsrana uğradığım çok olmuştur. Yine de bazen şansa karşıma çıktığında ise ona doya doya bakmayı çok isterdim ama ya gözü gözüme değer de hislerimi anlarsa diye heyecandan kalbime ateşten mızraklar saplanırken karnımda kelebekler uçuştukça uçuşurdu.

Ben sevdamı içime gömdükçe günler günleri kovalamış ve artık Kasım soğukları başlamıştı. Ve yine bir hafta sonu tatilini müjdeleyen mutlu bir cuma akşamı okul dağılış saatine yakın Nesim Dayı duvarın dibinde Hirre’nin gelmesini bekliyordu. Bu durumu garipsemiştim çünkü Hirre o gün okula gelmemişti. Ben burnum kanadığı için dersten erken çıkmış törene kalmamak için nöbetçiye yakalanmadan bahçeden kaçış yollarını arıyordum.  Onu görünce hiç tereddüt etmeden yanına gittim. Yağmurdan küçük bir gölete dönüşmüş bahçenin köşesinde neşeli bir türkü söylerken ayağına geçirdiği kaba çizmeleriyle tempo tutuyordu. Aslında çok garip gelmişti bu hali. Her yanı ve her haliyle arabesk bir türküyü andıran bu adamın tempo tutarak neşeli bir şarkı söylemesi bir hayli garibime gitmişti.

Göz göze gelir gelmez kararlı ama ilk defa konuşmanın verdiği heyecanla ve titrek bir sesle ”Hirre bugün okula gelmedi boşuna bekleme” dedim. Sessiz ve ifadesiz bir şekilde beni süzen Nesim Dayı usulca ”Biliyorum” dedi ve gözlerini iyice üzerime dikti. Bir kaç saniye süren bakışmadan sonra merakıma yenilerek sordum;

– O halde neyi bekliyorsun?

Gözüyle bahçe duvarında bizi izleyen sarı kediyi gösterdi.

– Ben beklemiyorum ki, o bekliyor.

– Kim kedi mi?

– Kedi değil o, Tebelleş.

Verdiği cevaba bir anlam veremeyerek ama ürperti ile yüzüne baktım. Bahçe duvarının oradan sanki birinin sesini duyar gibi gözlerini o yana devirdi ve

– ”Bak” dedi ”Yine konuşuyor”…

– Ne söylüyorsun böyle, hiçbir şey anlamıyorum” dedim usulca ve çekinerek devam ettim ”Neden korkutuyorsun ki beni?”

Aniden gözlerini bana çeviren Nesim Dayı cevap verdi

 – Boş ver, boş boş konuşuyorum işte, Hem yarın sezonun son incirlerini ve narlarını toplamak için Hirre bahçeye gelecek. Sen de gelir misin?

 – Olur gelirim.

– Bahçenin yerini biliyorsun değil mi?

Tam o esnada zil çalmış ve tören hazırlıkları başlamıştı. Bir yandan hızlı adımlarla tören alanına doğru koşarken diğer yandan ”Biliyorum” diye bilmiş bir tavırla ve bağırarak cevapladım onu.

Tüm tören boyunca aklım Nesim Dayı’nın söylediklerine takılmıştı. Aslında hali ve tavırları ciddi ciddi korkutmuştu beni. Fakat Hirre ile bahçede buluşma fikri tüm korkularımı bastırmıştı. Törenden sonra tüm öğrenciler gibi İlknur ve ben de aynı anda kapıya doğru hızlı adımlarla yöneldik. İlknur’a ertesi gün bahçeye gideceğimden hiç bahsetmedim. Çünkü bir süreliğine de olsa onun gözaltında olmadan Hirre’yi yalnız yakalayacağım için çok mutluydum. O andan itibaren yarın olsun da bahçeye gideyim, hatta ne bahçesi Hirre’ye gideyim duygusuyla alabora olan bünyem eve vardığımda fazla heyecana dayanamadı ve yemek yedikten hemen sonra yorgunluktan uykuya geçiverdi.

Bir ara gece yarısına doğru uyandığımda karanlık ay ışığı ile hem hal olmuş, yaz gecelerine nispet edercesine yıldızlar ortalığa saçılmış ve gökyüzü bir panayır yeri gibi pırıl pırıl parlıyordu. Ben ise yattığım yer de o kadar mutluydum ki sanki ertesi gün hayat daha berrak ve daha neşeli olacakmış gibi sebepsiz bir mutluluğun içerisinde sallanıyordum. İçerden annemle babamın konuşmalarına kulak kesilince babamın bahçeli evin satılacağını yerine sağlık ocağı yapılacağını söylediğini duyar gibi oldum. Bahsettiği bahçeli ev Nesim Dayı’nın kaldığı evdi. Babam niye bilmem o evden bahsettiğinde her zaman yüzü asılırdı. Annem de o evin konusu ne zaman açılırsa açılsın konuyu kapatmaya çalışırdı. Hatta beraber semt pazarına giderken sanki özellikle yolumuzun üzerindeki o evin önünden değil karşı kaldırımdan yürürdü. Bir yandan onları dinlerken diğer yandan bunları düşünürken farkında olmadan tekrar uykuya dalmışım. Sabah kahvaltıda işe gidecek olan babama eşlik ettikten sonra hemen kendimi kapının dışına attım. Annemin arkamdan seslenişine bile kulak asmadım çünkü erkende olsa bahçeye bir an önce gidip Hirre ile olabilecek en fazla zamanı geçirmek istiyordum.

Vardığımda kimse yoktu. Sabah ilk saatlerini yaşıyor kuşlar sanki şakıdıkça birbirlerine nazire ediyorlar ve daha gür şakıyorlardı. Bahçe kapısından içeri girerken – Hirre! diye seslendim. Bahçede olmadığına göre ya evdeydi ya da henüz gelmemişti.

İçeri girip evin önüne doğru vardığımda neredeyse yıkılmak üzere olan verandanın içine serilmiş yer yatağında yatan Nesim Dayı yattığı yerden sesime uyandı. Yorganın altında gagasını kanadının altına saklamış bir kuş gibi bir gözü etrafı kolaçan ederken diğer gözü hiç görünmüyordu. Kış günü dışarda yatıyordu ama verandanın orta yerinde yanan ocağın üzerinde kaynayan kazandan çıkan buhar sıcağının da etkisiyle yorganın altından görünen eli yüzü üç gündür tabakta bekleyen domateslere benziyordu, kıpkırmızı, ıslak ve buruşuk…

– Günaydın, erken mi geldim? diye sordum

Bir süre boş boş yüzüme bakan Nesim Dayı, yavaş yavaş üzerindeki yorgana benzer kirden rengi kaçmış şeyi üzerinden atarak yattığı yerde doğruldu.

– Gelmezsin zannetmiştim

– Niye ki? Dün sorduğunda geleceğimi söylemiştim ya

Birkaç saniyelik susuşmadan sonra başını sağa sola çevirip gözleriyle her yanı talan etti ve bana döndü;

– Ben sormadım ki

– Nasıl yani?

– Boş ver

Tam ona doğru bir kere daha seslenecektim ki bahçe kapısından bir rüzgâr uğultusunun ensemde ve kulaklarımda patladığını hissettim. Aniden arkamı dönüp kapıya baktığımda sırtımdaki ve kollarımdaki tüm tüyler havalanırken gözlerim sanki yerinden çıktı. Dün okul duvarının üzerinde gezinen sarı kedi başını öne eğmiş ve kuyruğu dimdik havada, olduğumuz yere doğru gözlerini dikmiş bize bakıyordu.

Yutkunarak Nesim Dayı’ya döndüğümde yerinde yoktu. Korkuyla nerede bu adam diye sağa sola bakınırken tekrar bahçe kapısına doğru döndüğümde gözlerime inanamadım. Onlarca sarı kedi kavilleşip evin önünde bir araya gelmiş birbirlerini ezerek bahçeye girmeye çalışıyorlardı. Sadece dün gördüğüm sarı kedi yani Tebelleş sağından solundan geçen kedilere aldırmadan dimdik heykel gibi durmuş ve benim olduğum yere bakıyordu.

Garip olan bir şey daha vardı ki aylardan Kasım olmasına rağmen bahçe harika görünüyordu. Sanki bu bahçeye sonbaharın sadece adı gelmişti. Çünkü çimler hala yeşilini koruyor, ağaçların dallarını narlar ağırlıkları ile neredeyse belime kadar indiriyordu. Evet, incirler dallarında çürümeye yüz tutmuştu galiba ama görünüşlerine bakılırsa tatları hala bal gibiydi. Kediler bahçenin içlerine doğru koştururken İncir ağaçlarının arasından bir anda ortaya çıkan Nesim Dayı onlara ”Ağaçlara çıkmak yok!” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Yaşadıklarımın tesiriyle gözlerim dolmuş tüm vücudum titremeye başlamış ve kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. Bahçenin içi hala koşuşan kedilerin  kalabalığı ile kaplıydı. O kalabalığın içinde gözlerim az önce gördüğüm yerde Tebelleş’i ararken onun yerine bir anda karşımda dünya güzeli gülümsemesiyle bana bakan Hirre’yi gördüm.  Bana doğru sol elini uzattı ve küçük bir bebeğin ses tonuyla seslendi;

– Korkma, gel yanıma, gel, gel, gel

”Neler oluyor hiçbir şey anlamıyorum” diye cevap verdim. Hirre bu halime kayıtsız bir şekilde gülerken, ben kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım.

Sonra olan oldu.

Hızlı bir şekilde olduğu yerden fırlayan Hirre koşarak yanıma geldi, elimden kavrayarak beni bahçedeki en gösterişli incir ağacına doğru çekiştirmeye başladı. Kendimi Hirre’nin yanında incir ağaçlarına doğru koştururken bulmamla ağaçlardan birinin tepesinde bulmam bir oldu. Altımızda kediler sürü halinde koştururken Hirre’de yandaki ağaçlardan birine tırmanmıştı. Şaşkınlıktan sağıma soluma bakarken verandanın korkuluklarından eğilerek kedilere bağıran Nesim Dayı’yı görünce ismiyle seslenip ona el sallamaya başladım. Merakla o yöne doğru dönen Hirre ani dönüşünün etkisiyle dengesini koruyamadı ve düştü. Bahçedeki tüm kedilerin bağırtılarının ve ciyaklamalarının birbirine karıştığı o düşüşün etkisiyle Hirre muhtemelen kafasının üstüne düştüğü için oracıkta boynunu kırdı. Biraz korku ve biraz suçlulukla ve kalbimi yerinden söküp atacak bir şaşkınlıkla Hirre’ye bakarken kulağından ve ağzından gelen kanlar, yere dağılmış o güzel çilek kokulu saçlarına doğru süzülüyordu. Hemen Hirre’nin başına koşan Nesim Dayı, kedileri yanından uzaklaştırdı.

O ana kadar susan ben Nesim Dayı’nın ağlamasına ve suçlayıcı gözlerle bana bakmasına daha fazla dayanamadım ve ağacın tepesinden aşağı inerek dibinde oturup ağlamaya başladım. Önce bana hiç laf atmayan ve beni izleyen Nesim Dayı bir süre sonra öfkeli bir şekilde ağlamayı kesmemi söyledi. Sinirlenmesine aldırmadan ağlamaya devam ettim. Bir kaç kez -ağlama yeter diye çıkışmasına rağmen sonunda o da yanıma oturdu ve ağlamaya başladı. Neden sonra bilmem, ayağa kalktı Hirre’yi kucakladı ve bir bebeğin ses tonuyla

– Korkma, gel yanıma, gel, gel, gel dedi ve bahçenin aşağı kısımlarına doğru yürüdü gitti.

Bir süre yaşadığım şokun da etkisiyle oturduğum yerde kıpırdamadan ve etraftaki kedilere aldırmadan ağlayan ben neden sonra başımı kaldırdığımda bahçenin derinliklerinde belinden kesilmiş bir ağacın dibinde tekrar Nesim Dayı’yı yalnız başına otururken gördüm. Usulca oturduğum yerden kalktım ve ona doğru seğirttim.

Beni görünce oturduğu yerden ayağa kalktı ve meraklı ama aynı zamanda tenkit eden gözlerle sordu;

 ”-Niye geldin? Ne var?

– Sen gel dedin ya, hem Hirre nerede? Nereye götürdün onu? Niye hastaneye götürmedin?

Sorumu duymazdan gelerek işaret parmağıyla kulağını işaret etti ve sanki işaretiyle dinle der gibi yaptı. Sonra sesin geldiği yönü işaret etti. Vücudumdaki tüm tüyler diken diken olmasına rağmen hiç başımı çevirmeden dinlemeye başladım. Önceleri fısıltı gibi gelen ses giderek kuvvetlendi ve sanki omuzumun üzerinden kulağıma doğru fısıldayan tanıdık birinin sesine  büründü:

”Şu gördüğün kesik incir ağacı var ya, işte ondan düştü. Yavrumun kötü kaderi bu incir ağacından düşmesiyle başladı. Daha çok ufaktı, bir sabah kuşluk vakti onu incir ağacının dibinde kırılan kolunu tutar şekilde ağlarken buldum. Nasıl oldu da incir ağacına çıktı, nasıl oldu da düştü ve kolunu kırdı kimse bilmiyor. Babası hırsından beni dövdü sonra öfkesini alamayınca vurdu baltayı ağacın beline ve indirdi ağacı yere.”

Sesler etkisini yitirip kaybolduğunda Nesim Dayı ile göz göze geldim. Ağaç kütüğünü andıran bir surat ifadesiyle yüzüme baktı ve bir kaç saniye süzdükten sonra  gözlerini benden ayırıp o kesik incir ağacının yerden 20-30 santim yükselen kütüğüne kilitlediğini fark ettim. Yüzü kül rengiydi, gözleri kan çanağı gibi ve şişti. Suratına öyle ekşi, öyle sevimsiz hatta tiksinti uyandıran bir ifade oturmuştu ki varsa eğer içindeki iyilik melekleri kederden intihar ediyordu.

Önce beni doğrudan cesaretle süzen bakışları şimdi incir kütüğüne toplanmıştı ama tetikteydiler, o bakışların derinliklerinde sanki bir fenalık açığa çıkmayı bekliyor gibiydi.

Usulca sordum; – Neye bakıyorsun öyle?

Sallandığı yerden incir kütüğünü göstererek cevap verdi -‘Mezar taşına

Kimin mezar taşı? diye sordum,

Sesi titreyerek ”Tebelleş” dedi  ve ağlamaya başladı.

Dişlerini sıkmış dudaklarının titrediği ağzı iki yana doğru açılmış yüzü gözü taş gibi donmuştu. Kan kırmızı kurşuni gözlerinden iri iri damlalar burnu ve yanakları üzerinden tek tek ve tane tane kuru toprak zemine düşüyordu. Sesi gözyaşlarından düğümlenmiş bir şekilde yutkuna tıkana -Kestiler onu diyebildi. Sonra bir iki kelime daha etmeye çalıştı, olmadı. İyice bıraktı kendini ve çocuklar gibi sesli sesli ağlamaya başladı.

Bu hali beni hem ürkütüyor hem de acı veriyordu

Bir ara kafasını kaldırdı çömeldiği yerden yüzüme baktı ve zorlukla döküldü ağzından;

– Ben demedim mi sana çıkma incir ağacına diye?

– Demedin ben sana el sallarken düştü ya…

Nesim Dayı anlamıyorsun beni der gibi acıyarak yüzüme baktı. Sonra garip bir şey oldu, Nesim Dayı’nın bakışları yine arka tarafımda bir yere kilitlendi. Başımı sağ omzumun üzerinden arkaya doğru yarım kavisle çevirirken bir ses duydum;

– Üzülme oğlum, ağlama oğlum,  gel annem yanıma, lütfen

Sesin geldiği yönde ellerinde ilaçlarla annem çömelmiş gözleri yaşlı bana bakıyordu. Arkasında İlknur hem ağlıyor hem de bir bana bir de kesilen ağaç kütüğüne doğru bakıyordu.

Şaşkınlıkla Nesim Dayı’ya doğru döndüm. Neredeyse delirmek üzereydim fakat o anda düşüncelerimin odaklanabildiği ve ağzımdan kelimelere dökülen her şey Hirre ile alakalıydı. Öfke, korku ve şaşkınlık içerisinde Nesim Dayı’ya bağırmaya başladım

”Nerede Hirre? Nereye götürdün onu!”

Duyduklarının etkisiyle bir bana, bir anneme bakan Nesim Dayı’nın ağzından beynime tokat gibi inen o laflar döküldü

“Hirre” dedi – hiç yaşamadan gitti…”

Bunu derken etrafı küçük kızıl damarcıklarla bezenmiş nemli burnunu elinin tersiyle silmişti.

O anda Annemin ve İlknur’un beni izleyen gözlerinin suçüstü yapan hapsinden kurtulma çabasıyla ve içinde bulunduğum durumun utancıyla Nesim Dayı’ya doğru döndüm ve neredeyse böğürerek çıkıştım;

”Zaten sen de hiç yaşamadın ve sen de gitmek zorundasın!”

Şaşkın ve sersem bir ifadeyle yüzüme baktı ve sanki bir şeyi saklarmış gibi kekeleyerek ama bir beğin ses tonuyla fısıldadı;

”Gitmesem olmaz mı?”

Cevap verecek takatim kalmamıştı.

Ben sessiz kalınca gözlerini belinden kesilmiş incir ağacına çevirdi ve o da sessizliğe gömüldü kaldı. Sadece annemin belirli belirsiz ama kulağımı tırmalayan yakarışları duyuluyordu. Nesim Dayı bakışları ile etrafındaki her şeye bir cenaze havası veriyordu. Çömeldiği yerde kollarını dimdik öne doğru uzatıp dizlerinin arasına soktu ve iki eliyle sıkı sıkıya kavradığı bir el aynasına bakarak öne arkaya sallanmaya başladı.

Annemin yakarışları artık beni ayağa kaldırmış ve sokağa doğru itmeye başlamıştı.

O gün onu orada öylece bıraktım ve çıkıp gittim. Hiç arkama bakmadım. Annem ve İlknur eve kadar takip ettiler beni. Babamın demesine göre tüm yaşadıklarım son bir kaç haftadır ilaçlarımı düzenli almamamdan kaynaklanmıştı. İlaçlarımı kaidesine uygun bir şekilde almaya başladıktan sonra her şey yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştı. Öyle ki bir kaç gün içerisinde mutfakta annemle babamın gizli gizli fısıldayarak beni konuşmaları azalmaya başladı ve  bir kaç hafta sonra her şey tamamen normale yani eskiye döndü.

Doktorum ile terapilerim sonucunda şizofren olduğum gerçeği benimle paylaşıldı. Yani senin anlayacağın aldığım ilaçlar tansiyon için değil şizofren içinmiş.

Zavallı İlknur sadece ilaçlarımı almamla değil kendi kendime konuşurken bana dirsek atmakla da  görevliymiş.

En acısı da Nesim Dayı, Hirre, Tebelleş hiçbirisi gerçek değilmiş.

Aslına bakarsan en çok Hirre üzdü beni. Hâlbuki ne güzel kızdı. Gerçi korktuğumda başıma gelmedi. Unutmadım onu. Hala dün gibi hatırlıyorum güzelliğini. Tabi hatırlamamak için aldığım ilaçlara rağmen…

Bir kaç ay sonra rüyamda gördüm Nesim Dayıyı. Nasıl oldu bilmiyorum, rüyamda kendimi bahçe kapısından girerken ve onu ararken buldum. Verandadan aşağı doğru ağaçlara indiğimde boyum kadar uzamış otların arasından geçerek kesik incir ağacının olduğu yere vardım.

Nesim Dayı yanında Hirre’nin de yardımıyla kürek gibi uzun bir kepçeyle yavaş yavaş içinde şeker kaynattığı bir kazanı karıştırıyordu. Bir yandan da kesildiği yerden filiz veren ağacın dibine kaynattığı şeker suyunu döküyorlardı. Tebelleş, Nesim Dayı’nın ayaklarının arasında paçalarına sürünerek tatlı tatlı miyavlıyor ama bir yandan da gözleriyle beni takip ediyordu. Nesim Dayı aniden durdu, gözlerime baktı ve gülümseyerek sordu

– Neden söylemedin ki hasta olduğunu?

Hirre benim cevap vermemi beklemeden

– Söylese ne değişecekti ki” dedi usulca. Hem ondan bile saklıyorlarmış bunu.

Sonra önüne döndü, hiç yüzüme bakmadan ve sanki utanarak ”Keşke” dedi ”Hiç anlatmayaydın bu hikâyeyi”

– Neden ya? dedim ”İyi olmadı mı?”

Tekrar gözlerime baktı incir yapraklarını gösterdi ve tane tane çıkardı ağzından sözcükleri;

– Taze tomurcuklanmış dallara el vurursan, daha açmadan boyunlarını büker çiçekleri.

– İyi ama dedim ”İncir çiçek açmaz ki.

Sonra uyandım ve o günden sonra bir daha hiç kesintisiz uyuyamadım

Bak okuyucu!

Ben bu hikâyeyi yazarken çok daraldım, aklım ruhumu boğdu nefes alamadım ama yine de yazdım. Zira gözlerim yitirmiş olsa da, onca kavgaya rağmen aklım yitirmedi henüz ferini. Hatta kendimce asalet yüklediğim bazı kelimelerle öyle bulanıklaştırdım öyle kırbaçsı cümleler kurdum ki sanki günahlarından arınmaya çalışan bir ruhbanmış gibi dövdüm, hırpaladım hikâyemi.

Çünkü her ne kadar varlığına inanmasam da kendimi değil ruhumu bıçaklayarak intihar ediyorum bilinsin istedim.

Unutma gerçekte yoktur periler ve cinler.

Hayal gücüdür onları var eden.

Bazen hastalıklı bir hayal gücüdür ki misal, Nesim Dayıyı yaratır. Bazense korkulardan türeyen hayal gücüdür ki misal, cinleri, perileri yaratır.

Hâlbuki hayal gücü zekâyı artırmaz sadece zenginlik katar.

Gerçeğe de bir o kadar uzaklaştırır, bağını yoksullaştırır.

Vesselam…