Arif Küme Yazıları & Denemeleri

Kendine Cehalet, Kendine İhanet

Uzun zaman oldu yazmayalı. Aslında yazıya nereden başlayacağımı bilemiyorum

Bazen gerçekle kurgu arasında gidip gelen aklımın, ruhumu taciz ettiğini hissediyorum.

Misal, yağmurlu gri bir gökyüzünde dolaşan kara bulutlar etrafa nasıl kasvet saçıyorsa, aklımla ruhumun birbirine ettiği beddualar da benliğimi öyle sarıp sarmalıyor desem yeridir.

Gerçekle kurguların iç içe geçtiği yerde gökler dolusu beddualar var ama bir şey daha var aklımda;

Sen varsın…

Öyle durduk yere aklıma düşmelerin var,

Duruşun, sağa sola dönüşün, saçını savuruşun var,

Ürkek bakışın, tedirgin yemek koyuşun, titreyen damarlı ellerin var,

Uzaktan yoklayışın, vazgeçişin hatta içten içe alay edişin var.

Misal, benim bu yazdıklarımı okurken alay edip güleceksin, biliyorum.

O gülüşünü her iki yanağında açan çukurların selamlayacağını da biliyorum.

Üstelik alay etmelerine hiç aldırmadan ben de senin o gülüşünü hayal edip tüm derdimi kasavetimi o çukurlara gömeyim istiyorum.

Bu yüzden şehla gözlerinin tüm büyüsü ile yazımın üzerinde dolaştığını hayal ederken sırf sen daha da neşelen diye sözcüklerimi özenle seçip bahar çiçeklerine bezermişçesine yazımın koynuna doldurayım istiyorum.

Hatta saçılan bahar kokularının efsunuyla senin perilerin benim cinlerimle dans etsin istiyorum.

Neylersin ki elimden gelmiyor.

Çünkü çıkmayan canın bitmeyen sıkıntısını yaşıyorum.

Derler ki can sıkıntısı da acılar gibi sancısı sonuna kadar yaşanmadıkça geçmezmiş.

Zannetmem çünkü bence ölmedikçe sonu yoktur hiç bir şeyin. Bunların sancısına alışmak diye bir şey de yoktur, olsa olsa unutmak ya da hatırlamak vardır.

Misal gel beraber bir kaç şey hatırlayalım;

İlkokul üçüncü sınıftayım. Sınıfa yeni gelen öğrenciler var. Öğretmen kaynaşsınlar diye onları biz eski öğrencilerle eşleştiriyor. Songül vardı sınıfta, süslü püslü bir şey. Konuşmadan önce üst dudağını burnuna değdirir öyle konuşurdu. Önce bir ayağa fırladı, sonra üst dudağı burnunu sobeledi ve elleri havada bağırmaya başladı;

“Hayır, öğretmenim, onun annesi bizim binanın kapıcısı, ben onla eş olmam”

Fotoğrafik hafızama o an için asılıp kalan tek şey kapıcının kızının ağlamamak için kendini gülmeye zorlamasıydı.

Yani?

Çocuk olmuş yetişkin olmuş fark etmez, kötüler kötü olduklarını çoğu zaman bilmezler.

Yine bir gün bir yaz tatili akşamı, ne kadar çocuk varsa toplanmışız sahilde yürüyoruz. Bir ara herkes dondurma tezgâhının önünde durdu. Ben de para yok. İçlerinden güya en yakın arkadaşım çok sesini yükseltmeden ‘’Sen git, canın çekmesin önden yürü’’ dedi.

Yürüdüm.

Yani?

Düşmanına herkes vurur yavrum, acımadan vurmak dostuna vurmaktır.

Bir de insan dostuna düşmanına bırakmaz da kendi vurur kendine. Misal Necip Fazıl’ın kardeşi Selma’ya dair yaşadığı pişmanlığın yıllar geçtikçe azaba dönüşü gibi.

Vicdan azabına dönüşü yani

Hâlbuki vicdanımız rehberimiz olmalı, azabımız değil.

Dur bitirmeden önce son bir diyeceğim daha var.

Aslında yazmayı çok severim ben. Yazdıklarımın edebi değeri var mıdır, yok mudur bilemem, hatta olduğunu da pek sanmam. Lakin içimde zelzeleler olmadan, bir şeyler yıkılıp dökülmeden kolayca yazamadığımın farkındayım artık.

Güya feleğin çemberinden geçmişim de çokbilmişler gibi acılardan, anılardan, vicdan azabından bahsettim sana. Hâlbuki çoğumuz gibi ben de içim başka dışım başka yaşıyorum bu hayatı. Ne göstermek istiyorsam onu yaşıyorum, yaşamaya çalışıyorum, rol yapıyorum.

Aslında hepimiz rol yapıyoruz, hepimiz oyuncuyuz neye öykünüyor neyi idealize edip neyi göstermek istiyorsak onu oynamaya gayret ediyoruz bu hayatta. Öyle tanınmak ve öyle bilinmek istiyoruz ama çoğu zaman da çok beceriksiziz.

Bütün derdimiz biri olabilmek. Daha da fenası kendimiz için de değil, birilerinin gözünde biri olabilmek.

Bu açıdan bakınca yaşadığımız  mutluluklarımız ya da mutsuzluklarımız bile sahte.

Çünkü soyka bir hırçınlıkla olmuşluk ya da olmamışlık fırtınası içerisinde garip bir kısır döngüye hapsoluyoruz.

Sonra bir an geliyor ve anlıyoruz ki, çoğumuz müebbet yemiş hükümlüleriz ve bizi bu beceriksizliğe hapis eden şey özlemini çektiğimiz mutlulukların daralttığı dünyamızmış.

Çok geç anlıyoruz kendimize cahil olduğumuzu, kendimiz diye başkasını sevdiğimizi, başkasıyla övündüğümüzü, içten içe başkası olabilmeye özlem duyduğumuzu ve en acısı da hikâyem diye anlatmaya heveslendiğimiz şeylerin özlem duyduğumuz araklanmış hayatların kötü birer kopyası olduğunu.

Kimse kendi hikâyem diye başkalarının hikâyesini anlatmamalı, sevdiklerini de bu yalanlarla aldatmamalı.

Çünkü günün birinde kendinle baş başa kalıp yüzleştiğinde asıl sorunun kendine duyduğun cehalet değil, kendine ettiğin ihanet olduğunu anlıyorsun…

Vesselam…