Osmanlı sarayındaki yalakalara, dalkavuklara aittir bu “Mümkün ola padişahım…” ifadesi… Yazının başlığında da gördüğünüz üzere devamı da var, şöyle:
-Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa…
Olmayacak bir şeyin olamayacağını bildiği halde sadece yalakalık yapmak için olabileceğini ikrar eden dalkavukluk cümlesi.
Güzel de bir hikayesi var.
Aslında hikayenin üç ayrı versiyonu mevcut fakat müsaadenizle ben ilk aklıma yatanı hemen anlatayım.
Padişah III. Ahmet’in şehzadeleri için Sarayburnu’nda yaptığı sünnet düğününe çok büyük katılım olur. Cambazları, ağzından ateş çıkaran hokkabazları ve su üstünde yapılan hünerleri izlerken herkes hayran kalır. Özellikle göstericilerden birinin deniz üstünde ateşten çizgilerle geometrik şekiller yapması “su nasıl yanar?” sorusu ile beraber büyük şaşkınlık uyandırır. Aynı gösteriyi hayranlıkla izleyen padişah III. Ahmet yanındaki damat sadrazam İbrahim paşa’ya döner ve şairane bir hayranlıkla şöyle der:
“Şaşmam artık rastlasam deryada bir dik yokuşa
Yüz bin hayret ki derya yansın, hem de gitsin hoşa. “
Sadrazam İbrahim paşa, padişahı tasdik eder ve üste çıkarcasına şöyle der:
“Huy değiştirmiş yanar su, sur’u sultanım için
Mümkün ola padişahım, belki derya tutuşa.”
Buna benzer başka bir versiyonda da, yalakalığın başka bir çeşidi şöyle aktarılıyor;
Güya düşman donanması Çanakkale açıklarına yığılmış, Marmara’ya ha girdi ha girecek. Padişah da divanı toplamış harita üzerinden ümitsizce çare arıyor. Dalkavukluğu ile anılan yaşlı vezir biraz boşboğazlık biraz da yaranmak için aklına geleni söylüyor:
”Hünkarım, deryayı yakarsak boğazı geçemezler”
Padişah bezgin bir halde yaşlı vezirin yüzüne bakar fakat yine de öfkelenmeden ve sakin bir şekilde “İnsaf et vezir paşa” der. “Hiç deniz tutuşur mu?”
Aldığı cevapla yanakları allanan yaşlı vezir biraz da mahcup bir şekilde cevap verir:
“Mümkün ola padişahım, belki derya tutuşa…”
Diğer bir versiyon ise Topkapı’nın dışındaki bir mahallede Takkeci İbrahim Ağa isminde bir zat’ın konu olduğu menkibe tadında bir anlatı. Aslına bakarsanız İnternet ortamında en çok bu versiyonu yaygın. Fakat ifadenin Türkçeye yerleşmiş kullanımı ile konu pek tutarlı değil. O yüzden burada aktarmaya gerek yok.
Çünkü bu ifadenin konusu hassaten dalkavuklar.
Yani kendisine menfaat sağlayacak kişi ya da kurumlara karşı aşırı bir saygı, alaka ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen insanlar güruhu.
En önemli özellikleri hayatlarını rol yaparak sürdürmelerinden mütevellit bir rolden başka bir role geçerken zorlanmamaları.
Misal,
İhtiyaç duyulduğumuz anlarda etrafımızda dört dönüp dalkavukluk rolünü sergileyen insanlar, ihtiyaç duyulmadığımız da bir anda iftira ve hasetlik taşını ilk fırlatanlar olabiliyor.
Böyle insanlarla dostluk ediyor, etrafınızda tutuyorsanız bir gün aleyhinize dönüp en azılı düşmanınız haline gelme ihtimalini de yadsımayacaksınız.
Madem hikayelerle donatıyoruz yazıyı o halde bir hikaye de buraya koyalım;
Rivayet o ki padişahlarımızdan biri bir gün saray erkanından dalkavukluğuyla meşhur biriyle sohbet ederken ”Patlıcana bayılıyorum; çok latif bir sebzedir” der. Bunun üzerine dalkavuk hemen atlar ve ” Evet sultanım isabet ettiniz, hele ki beğendi yapılırsa pek bir hoş olur” der. Padişah yüzünü buruşturur ve ”Yok, yok” der, ”o mübareğin beğendisi ot gibi, saman gibi tatsız tuzsuz bir şey olur” diye cevap verir. Dalkavuk elbette boş durmaz hemen ikrar eder ” Ne güzel buyurdunuz sultanım tadı tuzu bir yana çirkindir de” diye mukabele eder. Sinirlenen padişah öfkeyle bağırır;
”Bir karar veresin artık. Latif bir sebze midir yoksa mundar bir şey midir? Ben ne dersem onu söylersin peşim sıra. Senin hiç mi kendi fikrin yoktur?”
” İsabet buyurdunuz, sultanım, yoktur. Zira ben patlıcanın değil siz sultanımın dalkavuğuyum”
Yani menfaatim patlıcandan olsaydı dalkavukluğu da patlıcana yapardım diyor…
Aslına bakarsanız sadece başkaları değildir dalkavuklarımız.
Kendimize de ifa ettiririz bu görevi zaman zaman.
Öz güvenle pompalanmış ben’ci bir tutum da kendi kendine yaltaklanmanın en güzel örneğidir.
Çünkü dalkavukluğun varlık sebebi olan menfaatin konusu sadece para, mal, mülk değildir.
Toplum içerisindeki konumumuz, statümüz ya da sözümüzün ağırlığı da manevi mülklerimiz ve sermayemizdir. Öyle bir an gelir ki kendimize alkış tuttuğumuz, enine boyuna düşünmeden aldığımız bir karar ya da söylediğimiz bir söz yüzünden tüm manevi sermayemiz farkına varmadan ayaklar altına alınabilir.
Bir hikaye de buraya koyalım o halde;
II. Mahmut Ruslarla harbe girecektir. Fakat divanını toplayarak istişare etmek ister. Divanda Keçecizade Fuat paşanın babası meşhur İzzet paşa da vardır ve Almanların desteğini almadan Ruslarla savaşılmaması gerektiğini ısrarla anlatır. Divan da bulunan yaşını başını almış başka bir paşa lüzumsuz bir öz güvenle lafa giriverir;
“- Efendiler! Ne üzülüyorsunuz? Onlara (Ruslara) tacını biz vermedik mi; verdiğimiz gibi de alırız..”
Bunu duyan İzzet paşa biraz hüzün, biraz kahır, biraz da isyanla ellerini açar ve muhataplarının duyacağı şekilde şöyle yalvarır:
“- Hey Allah’ım! Şu adamın aklını bana bir geceliğine ihsan etseydin de, rahat bir uyku da ben uyusaydım!”
Vesselam…